1 Aralık 2011 Perşembe

Bilo!


Selam!
Bir ara herhalde o kadar çok laptopa baktım ki artık gözlerim ağrıyor.
Evet.. Resimdeki arkadaş Bilal Macit. Çok sevgili okulumun mezun ettiği, meclisin en genç milletvekili arkadaş. Biraz gurur duyduk mu? Bilmiyorum duymuşuzdur ama Sabancılılar olarak baya bir geyiğini yaptığımızı hatırlıyorum. Kendi sitesine de hırt hırt makalelerini koymuş ne olacaksa bilmiyorum. Bize pek yaranamadı. Kendisiyle ilgili ilginç bir çalışma yapılmış. Yazık be yavrum, çok güldüm lan.

25 Kasım 2011 Cuma

Mantı..


Ya nasıl biliyor musunuz? Mantıyı ekmekle yiyen kız bulunca evlenicem. Gerçekten..


Not: Ama metabolizması biraz hızlı olabilir tabii.

20 Kasım 2011 Pazar

Güzel uyku


Off sorgusuz sualsiz uyuyabilmek kadar güzel şey var mı acaba? Özellikle bir pazar gecesi. Çalar saatler sanırım insanlığın en büyük düşmanı. Yani benim öyle insanlığa kadar gitmeyeyim şimdi. İğrenç bir ses. Onu kurmadan uyumak çok samimi ve çok güzel.
İyi geceler. Güzel rüyalar.. Gece hoş şey ya.

Okul sevme



Umm.. hello.
Geçen gün (geçen gün demek şimdi demek ki her aklıma geleni yazıyorum sanmayın) (düşüncelerim çok temelli) düşünüyordum da eskiden ben okulu hiç sevmezdim. Genel olarak bu sevgisizliğimi hala anımsarım. Ayrıca pazar gecesi sendromlarımı da hala anımsarım. Çekiştirile çekiştirile çok kez anlatıldığı üzere pazar gecesi sineması ve pazar hazırlanması benim de hayatımda yer etmiş. Her pazar öğleden sonrası depresyonlara girmeler de oldukça sıradan hadiselerdi.
Tabii bunlar bir yerden sonra öyle çok yaşanmaya başladı ki durumu tamamen normal karşılamaya başladım. Okula gitmek benim için, gece gelen sivrisinekler ve benzinci tuvaletleri gibi standart rahatsız edici 'şeyler' arasında yerini aldı. Bu durumu pek yadırgamadım ve açıkçası hiç sorgulamadım. Yıllar içinde öğrendim ki herkes bu haldeymiş.
Lakin okurum, ben üniversitede okulu sevmeye başladım. Pazar günleri içim heyecanla dolmaya başladığında bir terslik olduğunu hissettim. Hatta pazar sendromlarım yavaşça perşembe günü sendromlarına dönmeye başladı. Cuma gelecek de okul boşalacak ben de gideceğim gibi garip bir his. Bu arada bizim okulumuz teoride 5, pratikte 4 gündü. Cumaları pek okul olmazdı.



Bütün bunları tabii yurt arkadaş ortamlarına bağlayabiliriz ama sevdiğim dersleri de, sayıları çok az olmasına rağmen, harbiden severdim. İnsan merak ettiği şeyleri öğrenince içi bir hoş oluyor sanırım. Her neyse bu olayım master'da devam ediyor. Her derse bayılıyorum. Kafam yorulsa, patlasa da öğrenmek çok hoşuma gidiyor. Sadede şimdi geliyorum.

Birinci sadet şu; okul yakında bitecek. Ben işe başlayacağım. Ya işimi sevmeye başlamam da yıllar alırsa? Doğru anladıysam eğer, okulda belli bir döneme kadar istemediğin şeyleri yapıyorsun çünkü istediğin şeylere belli bir temel oluşturduğunu varsayıyorlar. Biraz haklılar. Ya ben işlerimi yoluna koyana kadar durmadan çile çekersem. Ya işim de, hamam böcekleri ve kalabalık gece kulüpleri gibi standart rahatsız edici 'şeyler' arasına girerse. Hem ben artık aklı daha eren(küçüklüğüme kıyasla) bir insan olacağım için daha acılı bir durum oluşmayacak mı? İşimin tadını tam almaya başladığım zaman emekli mi olacağım? (mızmızlanma week) Bilmiyorum, umarım sevdiğim bir işe girerim. Gerçi öğrenme işinin artık daha kolay olacağını umuyorum. Öyle olmasa da sevdiğim şeyleri öğreneyim diyorum. İşe, alışkanlık yaptığı için değil de sevdiğim için gideyim.


Neyse bu paragraf sıkıcıydı özür dilerim. İkinci sadede gelirsek, neden insanlar işini okulunu sevmiyor yahu! Çok mutsuz oluyor insanlar. Herkes bir şeylere katlanmaya çalışıyor. Mesela küçüklere de keşke istedikleri şeyleri okutsalar. Gerçi küçükler her şeyi ister. Örneğin ben hala isterim. Her seçtiğin şey harika çıkacak bir şey yok. Ama olsun ya da isteyecekleri şekilde öğretseler. Olmaz arkadaş bu fizik, kimya varsa bu i..eler bunu öğrenecek! Belki çocukları kalıplara sokmamaya çalışmak, daha faydalıdır sevgili devletimize. Keşke öyle olsa. Anında sevdirirler okulu herkese, milletin yüzü güler.

Alttaki kişi Inna. Yanında da arkadaşları var sanırım. Solda yazan şey un momento, şarkısının adı. Eskiden de bir ara herkes ispanyolcalı şarkılar yapardı. Ben de meraklıyım bu dile. Öyle işte.


14 Kasım 2011 Pazartesi


Merhaba,
Bu yaşa geldim hala sınav dönemindeyim. Enteresan bir duygu. Neyse kafam yorgun şarkı dinleyeceğim. Gerçi şarkılarım silindiği için fizyden şimdi Those Sweet Words açıyorum. İsterseniz siz de açın. Eskiden okulumda kafam yorulduğunda odama girip açardım şarkıyı. Armuduma da uzanırdım loş ışıkta. Turn me On da dinleyebilirim aynı kadından o da köşeme çekiliyorum şarkısı.
Ne güzel lan iyi ki varsınız.
Tatlı rüyalar.

7 Kasım 2011 Pazartesi

Tatlı Dillim


İyi bayramlar çok.
Akşam akşam Behzat Ç.'den geliyorum çok gazım! Her neyse. Geçen gün yine bayramın ilk günü kimseye ziyarete gitmemiş bir şekilde tembel tembel TV sörfü yaparken bu filme denk geldim Kanal 7'de. Önceden tamamını izleyememiştim. Tarık Akan ve Filiz Akın ve sanırım herkes bu filmdeydi. Şunu da söylemeliyim ki ben hayatımda böyle salak bir film görmedim. Ama filme bayıldım. Ne güzel iş yapmışlar lan çok tatlı bir film. Konu monu acayip, klişe dolu ve süper. Yine bu filmin de "theme song"u (filmle aynı isimli) mükemmel olmuş. Filmi üzerine yapmışlar zaten. Bu arada film müziği olarak da Mozartlar Şubertler havada uçuşuyor enteresan geldi.

İzin verirseniz (iyice havaya girdim) şunu da diyeyim Filiz Akın neymiş öyle yahu. Bu kadın nasıl kaynamış arada? Ya yine ünlü ama Türkan Şoray falan nasıl geçmiş ki bu ablayı? Böyle bir güzellik yok. Hani Beren Saat dışındaki günümüz Türk kadın starların güzel olma ama seksiliğin yanından bile geçmeme halleri var ya. Silikonların bile kurtaramadığı... Kadın tanrıça gibiymiş! Ne yapalım olmuş artık.


Ayrıca filmden bir sahne anlatmam gerekiyor. Şimdi köyde Ferit ile Emine şehirli oldukları için her şey bunlardan soruluyor, ayrıca Ferit doktor. Yani tıbbı bitirmiş. Ama sonra baskete kaymış. Anlayacağınız TUS mus yok ortada. İşte bunlar oradayken köyde tabii ki difteri salgını çıkıyor. Hıyar da serum takıp iyileştiriyor çocukları. Bense ukala ukala sırıtarak, "salak, serumla mı geçirecen salgını. Bu eskiler de amma safmış la" diyorum. Aklıma sevgili lise revir teyzemizin bütün hastalıkların çaresi, her derde deva "buz"ları geliyor. Neyse şimdi baktım da harbiden geçiyormuş bu difteri serumla. Bilimsel bir olayı varmış. Yine patladım anlayacağınız.
Tatlı rüyalar..

28 Ekim 2011 Cuma

Tubi or Not Tubi


Kış geldikçe işe başlamak istemeyen benin içinde durmadan 'fırtınalar kopuyor' yani biraz sıkılıyorum.
(Ha şunu ekleyeyim depremden şehitlerden geberdim geçen hafta ben de. İğrenç bir dünyada yaşıyoruz. Lütfen insanlara mont battaniye falan gönderin. Ayrıca bundan 1-2 ay sonra da 2868'e boş mesaj atmayı ihmal etmeyin. İnsanların sıcak yemeğe ihtiyacı var. Şimdi kendi bencil sosyal mesajsız bloguma döneyim.)

Zaten derslerim de var. İş beklesin diyorum. Ama arada bir sürü şey yapmak istiyorum. Bunlar öyle varoluşsal meseleler değiller ama yaparsam da hoş olur.

Diyerek gelelim "Yaratma Savaşı" isimli kitaba. Sevgili kitabımız, hayatta istediğimiz her şeyi yapabileceğimizi söylüyor özetle. Ama içimizdeki 'Direnç' hep engelliyormuş bizi. O bizim en büyük düşmanımız imiş ve sürekli, her an savaşmamız gerekirmiş onunla. Yoksa bizde ohoo deli potansiyel varmış. Çok netmiş yani. Alayını yaparmışız. Ama sürekli içimizdeki 'Direnç' (kimileri buna üşengeçlik diyor) bizi alıkoyuyormuş amacımıza ulaşmaktan.

Ben bu kitaptan pek etkilenmedim. Hayatımda çoğu zaman yaptığım gibi ön yargılarıma ve hastalıklı düşünce sistemime kulak verdim. Fikrim şuydu: "Bu kitapta yazılanlar güzel şeyler ama bana uymaz. Çünkü benim direncim fazla güçlü. Her gün onunla savaşmak da istemiyorum. Tembelliği seviyorum. Hem istediklerimi başarırsam elime ne geçecek ki? Ben başarmadan, yatarak yine mutlu olurum. O zaman niye kasayım?"



Halen bu sistematik mantık temellerine uyuyorum sanırım. Ama yine de zamanla yapmak istediklerim epey birikti. Bunların çoğu elbet kafa uçuran acayip işler değil. Çok çalışma gerektirmeyenleri de var. Ama biraz çeşitliler. Ölmeden önce listesi gibi değil bu yanlış anlamayın lütfen. O başka ve o işe biraz sinir oluyorum maalesef. Tabii ona benzer manyak istekler de var. "Oh I can't get enough of this life" insanı oldum sanırım. Ama tam öyle de değil. Belki de öyle ne bileyim. Bunlar olsa ne iyi olurdu.

Kısa vadeli istek ve hedefler:

İyi trading kitapları okuma, bu işi biraz daha öğrenme.
Yüzmeye gitme.
Eskiden olduğu gibi halı sahalar ayarlama.
Bir sürü Mina Urgan kitabı okuma.
Derslere çalışma.
Düzenli seks hayatına geçiş.
Yeni laptop alma.
Amerikan futbolu oynamayı şöyle güzelce öğrenme.
Yeni şarkılar, müzikler bulma.
Canım okulumu, ördekleri ve arkadaşlarımı ziyarete gitme.
Özellikle okuldan arkadaşlarımla langırt oynayıp bol küfür etme.
Bok varmış gibi İspanyolcamı geliştirmeye çalışma.
Anneannemi sık sık görme.


Uzun vadeli istek ve hedefler:

Shakespeare'i anlayarak okuma.
Ondan biraz zevk alacak ve hatta sıkılmayacak kadar anlayarak okuma.
Como gölüne ziyaret.
Adam gibi İtalyan yemekleri yeme.
Adam gibi Türk yemekleri yeme.
Düzensiz seks hayatına geçiş.
Biraz fitness yapma.
Yeni okulumu daha çok sevme.
Doğru düzgün, bir psikolog-psikiyatr her neyse bulup parayı bastırıp saatlerce darlama.
Kalabalık, çok gürültülü bir mekanda kafayı yemeden, insan gibi oturmayı öğrenme.
Yazın gidip bol bol kanoyla gezme.
Şöyle ekonomicilik işinden biraz iyi anlama.
Hayatı daha fazla ön yargı ve takıntı üzerinden basit ve keyiflice yaşama.



İyi geceler. Güzel rüyalar.

25 Ekim 2011 Salı

Böyle yapmamalıyım


Başarılı bir borsa-forex trader'ı analizi bu. Resmi büyütebilirsiniz. Böyle 'olmayım' nolur!!1 Bu işlere atılacağım ileride ki biraz içindeyim, ama böyle olmayacağım. Tepeden alıp dipten satıp, karar verme konusunda yaşadığı duygusal ve davranışsal buhranlar sonrasında adamların kafa gidiyor. O kravatlı mravatlı zengin adamların çoğu böyle maalesef. İddaa oynayan dershane gencinden pek farkları yok. Ben olmayayım böyle. Öyle umuyorum.

21 Ekim 2011 Cuma

Muhteşem Yüzyıl

Yıl 2500 falan. Tarih dersi yapıyorlar okulda, mümkünse İstanbul'da. Bizi, Türkiye'yi konuşuyorlar derste. Artık o sırada orada kim oturuyorsa. Belki de bizim dizimizi çekiyorlardır. Gerçi bir tane Hürrem lazım ama olsun.
"Bu internet olayını bulmaları çok iyi olmuş. Valla o teknolojiyle nasıl düşünmüşler her şey güzelcene kayıt altına geçmiş." diyen bir adam falan var. Neyse...

-Ee nasılmış o zamanlar Türkiye?

-Büyük atılım yapmışlar idam cezasını kaldırmışlar. Baya iyi yani. Çok medeni. Ama garip bir şey var. Her sene ülke çapında o yıl 20'sine gelen bütün erkekler arasında kura çekip bir kısmını ölüme yolluyorlar. Hem de hepsi masum. Bu şekilde ölmenin kutsal olduğuna inanıyorlar. Gitmeyenleri de hapse atıyorlar.

-Hadi ya, iyiymiş!..

19 Ekim 2011 Çarşamba

Otobüste oturma algoritması


Hola!
Naber okurum. Biliyorsunuz artık fakir p.ç olduğum için neredeyse her gün otobüs kullanıyorum. Benim gittiğim çoğu güzergahın tabii daha bir sefil olması nedeniyle genelde ayaktayım ama arada oturduğum da oluyor. Anlamsız gözlemlerim sonucunda insanların(including me) oturma durumları konusunda bazı işe yaramaz çıkarımlarım oldu. Karar alma mekanizmaları ve insanların küçük hesaplarıyla ilgili epey bilgi edindim. Madem burayı okuyorsunuz, mecbur bunu da çekeceksiniz.



Not: Oturma düzeni yanyana 2 koltuk arada koridor ve yine yanyana 2 koltuk şeklindedir.

1) Ön kapıdan binen biri camdan bakarak ve girerken göz ucuyla ortamı yoklamıştır. Kartı basılır basılmaz etraf bu sefer detaylıca taranır.

2) Koridara girdik! İlk 3-4 sıraya dikkat edilmez buralar geçilir. Arkalara doğru ilerlenir.

3) İlk bu sıralar geçildikten sonra gelinen sırada:
For all ('sıra's)
if( sağda veya solda 2si de boş koltuk )
ilk gördüğüne otur;
else if ( sağda veya solda 1i boş koltuk )
oturana bak;
if( oturan çok taş)
yanına otur;
if(değildir çok taş )
arkalar çok dolu mu bak;
if(arkalar çok dolu)
otur;
değilse devam et;
end for;

gibisinden bir loop izlenir genellikle. Ama çok teknik detaya girmek istemediğimden fark ettiğim diğer detayları da listeliyeyim bari.



* Tekli koltuklarda, oturan kişinin cinsiyeti belirleyici bir faktör. Eğer karşı cins ise ve güzel değilse genelde aynı cins oturanlı tekli koltuklar tercih ediliyor.

* Koltuğa çanta koymak inanılmaz faydalı. Bu konsept bir çok deneyle de onaylandı. Eğer oturanın yanında çantası veya montu varsa, yanınıza gelen kişi cinsiyetinize bakmadan geçip gidiyor. Eğer her yer dolu çıkarsa, sadece son çare olarak size geliyor. Onda da sadece pardon oturabilir miyim diyor ki, göze alınabilir bir risk bu.

* Eğer çantanız yanınızdaysa ama adamlar bindiğinde son anda kabalık olmasın diye çantanızı kendinize çekerseniz yandınız. Arkada her yer boş olsa bile gelir yanınıza oturur. Çünkü o da kaba olmak istemez.

*Biri size doğru gelirken sakın kıpır kıpır hareketlenmeyin ayrıca. Karınca çeken krem karamel gibi çeker, hemen ensenizde bulursunuz yeni yolcuları. Çünkü fark yaratmış oluyorsunuz. Unutmayın, diğer bütün şartlar aynıysa, tamamen rastgele, 'perfectly elastic' bir seçim söz konusu otobüste. Yaratacağınız en ufak bir fark rastgeleliği bozan kişi olarak dikkat çekerek, onu size getirecektir.


* Eğer gelen tip sizin sıranızı geçtiyse derin bir oh çekebilirsiniz. Şimdi arkanızdakiler düşünsün! Artık size geri dönme ihtimali çok zayıf. Arkada bir tek bıçaklı manyak herifin yanına kalsa, gurur yapar (veya toplum baskısından korkar) geri dönemez adam(or she). Ancak her yer dolu çıkacak ki sizin oraya geri dönmeyi kendine 'justify edebilsin' (çok iyiyim!)

* Çantanız yoksa, altında salak yüksek basamaklar olan koltuklar oluyor onlara oturdu mu sabaha kadar rahatsınız. Kimse yanınıza gelmek istemez ama siz de 20 dakikadan sonra dizlerinizi hissetmemeye başlarsınız.

*Eğer yanınıza adam istemiyorsanız, bu kadar yıldan sonra hala varoluş sebebini anlayamadığım ters duran koltuklara oturmanızı pek tavsiye etmem. Yıllar süren kalabalıktan sonra İstanbul yolcusu ters koltuğa oturmamayı bir lüks sayıyor artık. Ona koymaz. Siz de boşu boşuna midenizi bulandırmayın bence.

*Son olarak eğer ayakta kalırsanız camlara çok yakın olmaya çalışın. (Kapılar net ölüm tehlikesi söylemiyorum bile!) En azından bir yanınızı cama verirsiniz. Ellenme, dürtülme, yaslanma, sıkıştırma, zarf atma gibi eylemlerden, en azından bir tarafınızı kurtarabilirsiniz.

Ayrıca Liv Tyler inanılmaz güzel. Şaka gibi. İyi geceler...





13 Ekim 2011 Perşembe

My family


Ailemi çok seviyorum. Hem de çok seviyorum.
Ne olur onlara hiçbir şey olmasın. Kaç gündür bunu tekrarlıyorum. Korkudan uyuyamıyorum. Hastalıklara, trafik kazalarına ve savaşlara ve dahi bir sürü zamansız ölüm sebebine bir türlü çare bulamayan doktorların, mühendislerin (ben de dahil), ve devletlerin ta a..na koyayım. Zaten son günlerde iyice düşürdüm seviyeyi blogda bu da böyle gitsin.

Ne bok yiyorsunuz o pahalı lab'larda ofislerde falan porno mu izliyorsunuz lan. Bir halta yaradığınız yok şu sandalyeyi koysam daha yararlı olur sizden. Azıcık yaratıcı, inovatif olun ne dallama adamlarsınız. Yok efendim "We have limited funds" . Cart kaba kağıt! Oğlum siz sabahtan akşama kadar oturmuyor musunuz oralarda. Ne halt yiyorsunuz araştırma yerlerinde bütün gün? Elinizin altında elli bin farklı alet. Tamam deyin ki; "ya abi 9 da geliyoruz. Zaten giriş çıkış dezenfekte olma giyinme işlemlerinde 45 dakika gidiyor. 2 çay içsek facebuka baksak etti 10 buçuk. Öğle yemeği falan derken kim bulacak 2-3 saatte kanserin çaresini, kaza yapmayan otoları" deyin. Dürüst olun en azından. Ne gereksiz şeylersiniz ya! Ondan sonra Harvardmış, MIT'miş, Nobelmiş havalar bin beş yüz, çok da prestijlisiniz. Neyse ben yine uyuyayım en iyisi sinirlendim.
İyi geceler hepinize.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Uykum var



"We are such stuff as dreams are made on; (reklamdaki kısım)
and our little life is rounded with a sleep."

Uyak dizilişi böyle olmasa da şair abimizin "The Tempest" adlı şiirli tiyatro oyununda geçen bir laf bu. (filmi de çıktı ama sakın indirmeyin g.tüm gibi) Bence de inanılmaz hoş bir laf, dumanlı, hayalli bir laf.
Öf neyse diyeceğim o ki benim zamanım hiç böyle rüyalardan yapılma acayip geçmiyor. Akşamlar nasıl zor geçiyor, ya bildiiiin ölüyorum. Şehir hayatının gerizekalı havasına girdim gireli kendimi sıkıcı ve renksiz hissediyorum. Trafikten nefret ediyorum, toplu taşımadan nefret ediyorum, ayakta yolculuktan nefret ediyorum ve bu 3'ü hep birlikte buluyorlar beni. Otobüs gelmiyor, gelirse bazıları benim kartımı kabul etmiyor, ederse kaçacağı ve kaza yapacağı tutuyor. Metrobüs zaten 100 yıllık çile olduğu için bıraktım. Çözüm de geliştiremiyorum. İETT'den ve türevlerinden nefret ettiğim için onlara 5 kuruş fazladan vermemeye karar verdim ve sürekli inat ediyorum. 2 katlı otobüs kartımı kabul etmesse fazladan para vermiyorum. Cimri p.çin teki oldum çıktım onun yüzünden. Banane lan ona vereceğime namlı gurmeye kahvaltıya gider fazladan girit ezmesi alırım ben canım girit ezmesi! Hayatta tek isteğim o kalabalıklara girmemek iken nasıl bir deliğin içine düştüm bilmiyorum. İstanbul, ÖSS döneminde soğutamadın kendini ama master döneminde bakalım göreceğiz. Zaten okuluma da kıl oldum. Devlet okulu, ne adam gibi shuttle ne bir şey fakirlik diz boyu. Hakikaten hiç de öyle rüyalardan yapılma gibi hissetmiyorum kendimi bildğin bitmiş sigara izmariti gibi hissediyorum. Şehrin hayhuyu ne demekmiş anladım. Bundan sonraki yaşamımı insanlara ulaşım için optimal çözümler üretmeye adayacağım. İlk tavsiyem hiç ulaşım olayına girmemek. Lan ayrıca bu nasıl bir dünya ya. Azıcık "şımartılmış bebe" gibi konuşuyor olabilirim ama bu nasıl bir işkence arkadaş. Bu insanlar sürekli çalışıyorlar nasıl her gün bu "constant çile" ye dayanabiliyorlar anlayamıyorum. Ben sanırdım ki insanlar eşleriyle haftada 1-2 kez falan seks yapar lafları abartıdır, ayıp olmasın diye utangaçlıktan (ahlak vs.) söylenmiştir. "Biz o kadar şekilden şekle giriyoruz bu kızları kafalamak için, sizin her gün mis, fırsatınız var, bu ne bohem la!" derdim. Şimdi gerçekten de ne biçim anlıyorum o insanları yahu.. Ya sırf ayakta durması yeter de, o zihinsel yorgunluk ne fenaymış arkadaş. Şimdi Rosie Huntington Whiteley kardeşim gelse kalkar üstüne giyecek bir şeyler veririm (gerçi niye üstünde giyecek bir şeyler yok onu da bilmiyorum. herhalde öyle bir imaj yaratmış bende).


Bunların üstüne yolda o kadar çok şarkı dinlemek zorunda kalıyorum ki kulaklarım ağrıyor. Ayrıca şarkıları bitirdim resmen ve artık şarkılar otobüste yaşadığım kötü duyguları uyandırmaya başlıyor bende ve onları da dinlemek istemiyorum. Aksi gibi hayatımda ilk defa derslerime de bayılıyorum. En sevdiğim konular, bin yıl anlatsalar sıkılmam! Bu sene bir haftada girdiğim derse geçen sene bir ayda girmemişimdir.
Anyway.. I just.. In the tabelaaöe..
Uf çok sıkıldım neyse. Çok da uykum var. İyi geceler, üzgünüm sizi de sıktıysam. Ama şu en baştaki söz çok güzel.

3 Ekim 2011 Pazartesi

Mazimde kalbin yaralar...


Sevgili,
Biraz iç huzur bulunca hemen İncesaz linkleri veren,
yaşamla barışık,
mutluluk arayan,
hayatı sorgulayan,
zaman zaman kendiyle de dalga geçebilen,
bol eğitimli,
atarlı,
ergen blogger kızı. İğrendim şu gruptan sizin yüzünüzden. Ya zaten "yeni blogları bulabilmeyi" keşfedeli çok olmadı. Okul sezonunu da açtım boş vakitlerimin bir parçası da mecburen arada size gidiyor. (aslında torrent olayını bir öğrenebilsem hepten çekicem elimi ayağımı..)
Ama yeter. Lütfen Orhan Kemal'inizi mi, Fitzgerald mı neyiniz varsa başka yerde gidin okuyun. Gelecek kocanızdan "çok şey beklemeyip(yalan)" sadece onunla TV başında beraber uyuklama fantezilerinizi okumak aslında zevkli. Ama yani İncesaz'dan dingin müzik koyunca ne oluyor yani bi bok mu oluyor onu anlayamadım.
(Yılmaz Özdil gibi yazdım çok da klas oldu. Ayrıca Yılmaz Özdil de lütfen bu kızlar gibi gitsin ne yapıyorsa başka yerde yapsın...)

1 Ağustos 2011 Pazartesi


Offf çok özledim okulumu 'emenike' !!!

17 Temmuz 2011 Pazar

İslamın Şartları

Koymadan edemedim. Komikçi video da koydum ve sonunda linkçi teyze oldum artık sanırım. Yakında komik forward mailleri de burada yayınlamaya başlarım artık. Nasılsa ergenliğin sınırı yok.
İyi pazarlar.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Güne çalan kırmızı...



İnsan,
İnsan dediğin hüzünlü mutluluklardan ibaret biraz
Sabaha kalmadan çilesi dolan...


Evet bunu burada bitirip sizi vay bee diyerekten etkilenmiş halde bırakmak isterdim. Entel dizeler, 3 noktalar. Başlığı da etkileyici başlık olsun diye uydurdum. Ve çook sevdiğim bir arkadaşımın resim sitesinden bulduğum cool resimle ilüzyonu tamamladım. Sitesini herhalde kendisi bile unutmuştur. Bu şiirden pek bir şey anlamadığınızı tahmin ediyorum. Üzülmeyin anlaşılacak bir metin değil zaten kendisi. Ben yazdım bunu. Yazdım derken öyle isteyerek bilerek falan değil. Gece rüyamda aklıma geldi ve öyle çok bir duyguyla da gelmedi. Ardından uyanıverdim, ama gayet normal, huzurlu bir biçimde. Saate baktım sabah 8, daha uykumun çeyreğinde değilim. Şu rüyamdaki şeyleri yazayım da belki ileride ünlü olurum dedim. Bulduğum bir kağıda yazdım. Uyudum.

Üzerinde hak falan da iddia etmiyorum. Gayet TV başında uyuklarken duymuş ve rüyamda öylecene hatırlamış olabilirim. İçeriği de çok iyi değilmiş hani. Hüzünlü mutluluk hadi tamam da, çilesi dolmak olayında konseptler biraz karışmış. Sıkıntı var yani, belli ki ben yazmışım. Ama içinde bir derinlik bulursanız söyleyin lütfen bana. Belki ben de ileride Rimbaud, Verlaine gibi süper bir şair olabilirim (dikkat ederseniz öyle Nazım mazım değil Rimbaud. Şair dediğin kimsenin okumadığı Fransız isimli olur!).

Görüşürüz

4 Temmuz 2011 Pazartesi


Link koydum bir tane aşağıya. Çok güzel bir şarkı ve sanki şarkının üzerine film yapmışlar. Filmin konsepti blogumun da en genel fikrini oluşturan "köşeme çekiliyorum" teması. Kadın herşeyden bunalıp, uzaklaşıp sabahın 6'sında kuyum bakıyor(o da onun köşesi). Filmde Audrey Hepburn'ün iç dünyasını falan pek anlayamasanız da iç çekip("ohaaa anneni bee bu insansa ben de hayvanoğlu hayvanım") kafa sallıyorsunuz. İzleyin, izlettirin. Gerçi film biraz kız filmi (hatta baya bi kız filmi) ama sırf azıcık Audrey görmek için bile değebilir.

22 Haziran 2011 Çarşamba

Cesurlar bir kez ölür!

Merak etmeyin, yazıyı "Cesurluk iyidir ama, ya öyle budalalık derecesi de pek iyi diil" tadında yazmamaya özen göstereceğim.
Yıllar boyu hem kitap merakım(birbirimizi uzaktan seviyoruz) hem de en yakın arkadaşlarım vesilesiyle, kişisel gelişim adlı dünya ile biraz haşır neşir oldum ben. O dünyada, gazete ve dergilerde de bolca gördüğüm şu cesaret konusu kafamı kurcalıyor bu aralar. Daha doğrusu biraz önce yatakta uzanırken kurcaladı. Cesaretin enteresan bir olgu olduğunu düşünüyorum.

Sanırım kelime anlamı olarak korkulardan yılmamak gibi birşeye karşılık geliyor. Toplum çok seviyor bu cesur insanları. Kahramanlarımız da istisnasız hep cesur.
Şu laf çok hoş ama benim biraz garibime gidiyor. "Bundan 30-40 yıl sonra yaşlandığında yaptıklarından değil, korkup yapamadıklarından pişmanlık duyacaksın." Niye garibime gidiyor ki? Gayet normal motive edici facebook kızı sözü. Ayrıca hak vermemek de elde değil. Herkesin herhalde arkasına bakıp vay be nasıl da cesaret göstermişim dediği veya ulan ne tırsak herif mişim dediği anlar vardır diye düşünüyorum.

Lakin sevgili sayısı az, çok elit okurum bu iş bana biraz garip geldi. Birincisi madem bu kadar mutlu olacağız ileride, şimdi neden yapmıyoruz ileride mutlu olacağımız şeyleri. Hemen söylüyorum, çünkü onları yaptığımızda mutsuz olacağımızı düşünüyoruz. Başımıza kötü şeyler geleceğinden korkuyoruz. Sanırım bahsettiğim facebook kızı sözünün şöyle bir öngörüsü var: "Şimdi korkuyorsunuz ama korkunuz yersiz". Ya da "korkunuz yerli olabilir ama şimdi boku yeseniz bile ileride bundan gurur duyacaksınız."
Korkumuzun yersiz olduğu durumunu anlıyorum yani sonuçta aldığın risk sonucunda birşey olmamasına rağmen belli bir ödül alıyorsun. İleride de vay be ne cesurmuşum hem de cesaretim işe yaradı diyorsun. Amma velakin, korkumuz genelde yersiz olmuyor. Hani çok çok nadir. Biz insanlar oldukça kafasız olabiliriz ama bir yerde de korkularımızın genelde haklı olduğu gerçeği var. Zaten kaç yüzbin yıllık evrim geçirmişiz. Şu iğrenç korku denen illet hala evrimde falan atılmadıysa(herşeyi sonunda evrime bağlayan üniversiteli laikçi genç) bir bildiği vardır korkunun. Korkumuzun haklı bir gerekçesi varsa da facebook kızı sözümüzün, "boku yeseniz de gurur duyacaksınız" felsefesine biraz daha derinden bakmak gerek. Niye gurur duyuyoruz ki? Düşünelim, mesela gurur duyuyoruz çünkü, boku yedik ama dünya değişti ve boku yeme şeklimizin erdemli birşey olduğu fikri ortaya çıktı. Bu da haklı bir neden olmasına rağmen günlük hayatta bu durumla pek karşılaştığımızı düşünmüyorum.
Herkes hergün 1950-60'ların Amerika'sında bir zenci olarak, yasak olduğunu bile bile protesto için otobüse binip beyazların yerine oturmuyor. Ya da Atatürk gibi koca devleti iplemeyip kendi devletini organize edip başka ülkeyle savaşmıyor. Facebook kızı sözü bu "case" lerde çok iyi çalıştı ama genelde öyle olmuyor.

Genelde milyarlarca şey içinde kaybolup gidiyor boku yediğimiz olay. E biz neden gidip mutlu oluyoruz ileride o zaman. Cevabım şu. Yani böyle uydurdum şimdi umarım beğenirsiniz: Çünkü kendimizin idealize ettiğimiz haline bu şekilde ulaşıyoruz bence. Sözün içinde gizlenmiş, 30-40 yıl sonra olaylara daha olgun bakacağımızı öngören bakış açısı aslında hiç doğru değil. Onu, yapsaydım, bunu yapsaydım hoş ama belli ki bi nedeni vardı da yapmamışsın. Yeterince olgun olamamışsın tamam ama yani salak da değilsin yapılacak birşey olsa yapardın. İleriden kendimize o şekilde bakıp idealize etmeye çalışmak ile, şimdiden geleceğimize bakıp kendimizi tanrı olmuşuz gibi görmek arasında pek bir fark olduğunu sanmıyorum. Gelecek de geçmiş de bizim değiller. Bizim olsa bile değiller.

O yüzden 30-40 yıl sonra yapamadıklarımızdan pişmanlık duyarsak, şimdiki zamandaki halimize de biraz empati yapmayı çalışmak gerek bence.
Ha ayrıca sözümüze yedirilmiş "ileride yaptıklarımızdan pişman olmayacaksınız" mesajına hiç değinmiyorum bile. "E gidip adam vur bak pişman oluyor musun" gibi bir lafı, klişe timi korkusuyla tutuşup söylemedim. Ayrıca yanlış anlaşılmasın cesaret kötüdür demiyorum. Şimdikinden daha cesur olmaya tabii ki çalışırsın ama eğer yeterince cesur değilsen de bir bildiğin vardır sanki.

Bunu söyledikten sonra, cesaretin yine biraz önce yatarken aklıma gelen 3 çeşidinden söz etmek istiyorum. Çok istiyorum harbiden. Nasılsa şu kelimeye kadar okuyan olmayacak. Ben söyleyeyim de rahatlayayım bari. Yine yukarıdaki sözle biraz bağlantılı çünkü cesaret edip yapabildiklerimiz ve korkup yapamadıklarımızın da farklı çeşitleri var. İnsan, doğası gereği bazı konularda daha cesur olabilir bence.
Cesaretin aklıma gelen 3 çeşidini söyleyeyim o zaman.
Fiziksel cesaret
Medeni cesaret
Samimi cesaret (bunu " en gerçek cesaret" olarak algılamayın lütfen. samimi olduğunuzda gösterdiğiniz cesaret diyelim.)

Bunları da yarın yazayım çünkü saat sabah 4 oldu. Çok uykum geldi. Dişim de artık kendinliğinden fırçalansın istiyorum.

13 Haziran 2011 Pazartesi

Hayal Kurmak


"Ya saçmalama hiç birimizin böyle şeylerden hoşlandığı falan yok!!"

1 Şubat 2011 Salı

23 Ocak 2011 Pazar

G.t Olmak


Selam naber okurum?
Tatil oldu yine lan çok seviyorum tatili. Birkaç resmimiz var şimdi bir yerde buldum, bayıldım tam şu not verme arifelerinde. Caroline isimli kardeşim asistanını kafalamaya çalışıyor not için. TA'yimiz de cevap veriyor güzelce. Kız o kadar yüzsüz ki, oha tipe bak kız olarak geleydim şu dünyaya diyorsunuz.
Ben açıkçası asistan olsam ilk satırdan sonra içimin yağı erir gerisini falan da okumazdım mailin de. Nasıl zayıf noktamızdan vuruyorlar hep böyle işte. Yavşak karı!


Todd'cum güzelce olgunca cevabını vermiş. Helal olsun. Ben olsam şu cevabı verirdim hıyar gibi eminim.

Can to Caroline
Caroline,
Çok sağol sözlerin için sen de çok hoş ve alımlı birisisin :). Ya ben çok isterim yardım etmeyi ama inan gerçekten yani valla hiç biz öyle not şey yapamıyoruz. Seni anlıyorum ve kırmak istemem. Ben yine bir hocaya sorayım ama yani gerçekten bilmiyorum ama şey olumsuz olacaktır yani cevabı. Ama inan benimle ilgili değil.
Çok üzgünüm :(

İyi halt ederdim gerçekten de. Öeaaf içim sıkıldı istemiyorum ben de Todd gibi cevap vermek istiyorum. Neyse devam edelim.


Pislik!


Todd tabii adam gibi adam olduğu için makul bir şeyler önermeye çalışmış yavrum.


Yani gerçekten, gerçekten diyecek bir lafım yok. Ben olsam "someone I can do personally" bölümünü yaptırır üstüne de bırakırım sınıfta.

Helal olsun! Kardeşim benim. Düşme tuzağa sakın ama.

"I'd rather assist you" ymuş. Sen kimsin yahu?!! Todd yine idare etmeye çalışmış canım benim dengesi bozulmamış.

....


Hah al işte! Ne oldu lan patladın mı Caroline? Saf manipulasyon amaçlı hareketlerin geri tepti galiba. Ah keşke Todd evine gidip sonra bıraksaydın da neyse. Bu da iyi olmuş. Ders olmuştur artık kıza. Bunları da Todd vermiş College Humor sitesine. Çok da iyi yapmış. Kıza kızdım çünkü karşı cinsin zayıf noktası böyle sömürülmemeli diye düşünüyorum. Ha tabii çoğu zaman alan razı veren razı durumu vardır doğal olarak ama biraz da gururlu olmalıyız bana kalırsa. Burada böyleyse iş yaşamımızda falan neler olacak kim bilir!



12 Ocak 2011 Çarşamba

Gömülmek şezlonglara.. 2 (yazının başı altta ama)



Evet psikolojik bir rahatlama yaşadınız mı? Ben de yaşadım.

Uyanma ve esneme: Saat 15.30 oldu. Bir şeyler yapmak lazım. Öbür sevdiğim kitabı da çok okudum zaten. Çabuk bitmesin o. Ve ben ne yapıyorum? Tabii ki çantamdan Paulo Coelho'nun gerizekalı kitabı Brida'yı çıkarıyorum. Zaten kısa kitap, eğlencelik gidiyor. Kitabımızda genel olarak hiçbir şey olmuyor. Bir mesajı mı var peki? Hayır o da yok. Bir tane cadı olmaya karar veren kız var. Ama gerçek dünyada yani. Kızın sanırım sorunları var biraz. Kendi gibi sorunlu garip birilerini buluyor ormanda! Bu birileri de durmadan bu kıza bir şeyler söylüyorlar. " Ruh çok önemlidir. Her yerdedir. Ama önemli olan ormanın ruhudur. Bir de çölün ruhu vardır. Bunlar 7x24 haberleşirler. Bir de şehrin ruhu vardır. Bunlar hep beraber tek , ortak bir dili konuşurlar." Bu dallamanın kitaplarını önceden okumuş olanlar bunun ne dili olduğunu anladılar eminim. Tabii ki aşkın dilini konuşurlar! İşte sevgili okurum, herif kitap boyunca böyle saçma şeyler söyleyip sonra da her boku bir şekilde aşka bağlamayı başarıyor inanılmaz bir biçimde. "Bizler büyücüleriz ayın büyüsünü yaparız. Kaderini orada bulacaksın sen! Bir de güneşin büyüsü vardır. Mevsimlerin büyüsü de vardır. Ama bunların en önemlisi aşkın büyüsüdür! " Kitabın arkasında da Paulo'nun derin derin bakan suratı var. Siyah beyaz çekilmiş elbette.


Ah shuffle'dan Sezen Aksu'nun 'Bir Başka Aşk' şarkısı başladı. Erkekler işte öyle şarkı yaparsan nah ağlamaz! Melodisi yeter oğlum. Paulo da bir dinlesin bence. Her neyse devam edelim.

Ben yırtıp parçalamadan önce kuzenim gülerek alıyor benden kitabı. Zaten durmadan etrafı izlediğim için baya zaman alıyor kitabı okumak. Haydi biraz gazete okuyayım. Ama kendime sözüm var tatil boyunca hiç gündem takip etmeyeceğim keyfimi bozmayacağım diye. O yüzden işte sabah aldığımız 150 gazetenin özellikle spor haberlerini, magazin sayfalarını, eklerini, Hıncal gibi az gündem yazan adamların yazılarını hatmediyorum. Asparagas transfer haberleriyle huzura eren ruhum çıkıp dolanmaya hazır.

Etrafta dolanma, her önüme gelenle sohbet etme ve yüzen ıslak beyinsiz köpekleri sevme: Saat 6 olmuş abi. Ne ara oldu gerçekten anlamadım. Güneş yavaşça inmeye başladı yukarılardan. Ah rüzgar da artıyor. Uzaktaki türbinler hızla dönüp memleketime elektrik üretiyorlar. Ben de azıcık koyu gezeyim. İnsanlar plajlardan çekilmeye başlıyor yavaştan. Sapsarı minicik çocuklar mamii diye bağırıp taş ötesi annelerini kuma gömmekle meşguller. Rüzgarsız da olsa yine suya çıkanlar yavaştan boardlarını yelkenlerini falan yukarı taşıyorlar. Tabii herkesle bir muhabbet oluyor. "Yarın pis fırtına kopar. Eylül'de buralar çok gitgelli gerçekten. Aa ben de İspanya'ya gidiyorum kışları İstanbul çok kalabalık." Ve binlerce değişik konuşma. Öyle ortak nokta bulunca hemen kanka olunuyor insanlarla ve tatlı ortamlar oluşabiliyor akşamları. Ayrıca etrafta öyle güzel köpekler dolaşıyor ki, sevmekten gebertiyorsunuz pis kuçuyu. Goldieler, sokak itleri, minicik yavrular, buldougumsu şeyler. Sürekli yüzüyorlar ve bazen sörfçülerle çıkıyorlar. Minik yelken ve kalın boardlarla tabii. Yavaş yavaş boardun burnundan millete "Hev hev!" yapıyorlar.

Toparlanma, oyalanma ve koydan ayrılma: 6.30'u geçiyor ve gitme zamanı yaklaşıyor. 7'de de çıkacağız. Çok dağılmışız etrafa o yüzden toplanmak biraz zor iş. Acıkmaya da başladım, of çok mutluyum. Kendimi bir zinde hissediyorum sormayın. Şaka değil yani uçuyorum hafiflikten ayrıca. Hep tekrarladığım gibi bir gıdım terleten nem yok havada. Yarın görüşmek üzere ayrılıp Çeşme'nin muhtelif koylarından birine doğru yol alıyoruz. Deniz kenarında balıkçı+sonsuz meze yapacağız.


Yemek! : Saat 7.45 civarı. Arabayı koyup biraz daha zaman geçsin diye azıcık yürümüşüz. Bacağım biraz yürürken sıkıntı yaratıyor ama geçiyor yani. Tam denizin kenarında bir balıkçıya oturduk. Konsept tam Büyükada veya Cunda konsepti. Bir sürü balık restoranı ve önlerinde garsonları mütemadiyen taciz ediyorlar önlerinden geçenleri. Arka tarafta eski taş evler falan da var tek tük. Hemen mezeye abanıyoruz. Tabağı 5 milyon. Üzgünüm ama öğrenciyiz canım. Bugün gelen taptaze alabalığınızı turistlere satarsınız. Hayvanlar gibi meze alıyorum ben özellikle masaya. Hemen sayayım aklıma gelenleri. Deniz börülcesi, şakşuka, patlıcan ezme, acılı ezme, midye tava, midye dolma, kalamar tava (tam meze değil gerçi), yoğurtlu semizotu salatası, haydari, ortaya kocaman bol zeytinyağlı çoban salata ve aklıma gelmeyenler. Denizin hemen dibindeyiz. Masanın yanından geçen kediye bir tekme geçirip su yollamamak için kendimi zor tutuyorum. Zevkten, mutluluktan hala ölüyorum. Hafifliğime zeval geldi ama çok değil. Her şey zeytinyağlı falan maşallah.


Maçlar!! : Saat 9 oldu. Siteye dönüp eve uğramadan güzel site kantinine geçiyoruz. Bildiğin kocaman restoranlı internet kafeli falan tam Sakız adasına bakan bir yer burası. Evet tatilimizin belki en hoş kısımlarından biri de basket maçlarıydı. Her gün heyecandan ve bizim takımdakiler azıcık adam olunca keyiften patladık. Büyük TV'de bizden başka izleyenler de oluyordu ama ben yorum yapmadan duramadım. Meyveli maden suyumu da içerekten her saniye yumurtladım bir şeyler. Ah evet kazandık. Pis koyduk yine. Yarın daha zorlu takım geliyor haha, ama geçeriz abi.

Eve uğrayıp biraz oyalanıp yatma: 11.30 saat. Artık uyuyalım. Yarın suya çıkacağım. İyi de rüzgar olur demişti akşam konuştuğum tipler. Günün yorgunluğundan olacak hemen uykuya dalıyorum. Sörflü gün ile devam yarın.

İyi geceler çok!

Gömülmek şezlonglara..




Bekir Coşkun'un güzel bir yazısını okumuştum bir keresinde. Teknesine laf etmişler bunun. Sen değil miydin demişler; hayvan aşığı, doğa aşığı, hani teknen karbon salmıyor, denizi falan kirletmiyor mu diye. Hem yılda 15 gün kullanmana rağmen o kadar para veriyorsun. Hiç kıvırmamıştı kardeşim de lafı. Evet itiraf ediyorum öyle ama ne yapayım demişti. Evet üstüne 15 gün biniyorum ama aslında her gün üstündeyim ben onun. Her gece rüyamda açılıyorum ben onla, onunla kaçıyorum uzaklaşıyorum gibisinden. Biraz da kirletsin ne yapayım aq demişti.

Ben onun aynen bu sevgisini şimdi Alaçatı için yaşamaya başladım sevgili okurum. Of Alaçatı of. Alaçatı + Çeşme diyelim. Öyle çok sevdim ki oradaki tatilimi. Şimdi size 1 günümü anlatıyorum valla bayılmıştım ben. Bu arada tatilim geçen yaz yaptığım tatil.




Günlerim 2'ye ayrılıyor ama.

Önce sörfsüz gün:

Sörfsüz günler sevgili okur, havada tek damla rüzgar olmadığında ve dizimdeki sakatlık canımı sıktığında gerçekleşti. Toplamda 10-15 günümün 2 günü böyleydi diyebilirz.

Sabah kalkış: Saat 9! Kahvaltıyı yapıyoruz domatesle peynirle güzel oluyor. Kuzenimin dedesinin yazlığındayız. Gerçekten acayip tatlı, iyi insanlar. Dede eski albay zaten atom saati gibi saniye geçirmeden uykumuzdan uyandırıyor bizi sağolsun. Anneanne de şirin bir insan biraz kendi kendine konuşuyor ama olsun. Ha bu arada daha Ilıca'dayız. Süper bir emekli yazlık sitesinde. Masada Sözcü var klasik. Hohaha diye kopuyorum tabii ilk sayfayı görüp direk. Adamlar resmen içip içip gazete yapıyorlar lan.



Arabaya atlayıp Alaçatı'ya gidiş ( 15 dakika alıyor) : Saat 10 gibi. İlk işimiz tabii ki en sevdiğimiz ağacımızın altındaki şezlongları kapmak. Aylardan eylül ve saatlerden ebesininki olduğu için (ünimizde bu saatte daha uyanmaya 5 saatin oluyor) sorun yaşamıyoruz. En sevdiğimiz ağacımız şöyle bir şey, bu Alaçatı oldukça tepelik olduğu için 5 metre kumun ardından yukarı doğru gidiyor. Caddebostan plajının dibinde asfalt yol var ya hemen tam öyle bir yükseklikte ağaç. Denize bakıyor hemen. Aşağı doğru uzayan garip, batan yaprakları var. Güneşi ayrıca inanılmaz kesiyor. Biz de gölgesinden Fransızları, hehe. Neyse. Altında 4 tane şezlong var yanyana. Tabii ki de 3'ünü biz kaplıyoruz 1'ini de çantalarımız kaplıyor. Şezlonglar ahşap böyle sağlam, üstlerinde ikişer tane hayvanlar gibi yastık Kollarınızı şöyle sonuna kadar açın. Hah o kadar büyüklükte kare yastık bunlar. Kendinizi bir anda içinde buluyorsunuz. Ana rahmi falan yalanmış işte ben orada anladım. Böyle korunaklı bir yer olamaz!



Yatma: Saat 11 oldu. Ben hala hareket etmedim yatıyorum şezlongda. İnanılmaz bir esinti var en rüzgarsız anda bile. Ya insan bir kere terlemez mi lan o kadar günde? Elime daha kitap almadım. Uykumun kalan bölümünü doldurmakla meşgulum. Kulağıma da müziklerimi takmışım. İkisi aynı zamanda olmaz sanırdım olurmuş. Rahatlık başka şeymiş. Bilemedim. Sörfçüler kafamı kaldırdığımda suya inmişler falan.

Yatma: Saat 11.30! Yerimden azıcık doğrulup çantaya uzanıyorum. İçinden kitabımı alıyorum. Kanyon'un çok satanlar şeyinde arkasını okuyup beğendiğim kitaplar bunlar. Gerçekten aşırı güzel çıktı hepsi şansıma. "Sil baştan" kitabını aldım mesela orada adam 40'ına kadar yaşayıp paso ölüp 19'unda diriliyor. Ama bütün olayları hatırlıyor. Bahisler, piyango numaraları, insanlar vb. Kuzenim de sakat olduğum gün sörfte, rüzgarsız günde de ipoduna yüklediği lectureları dinliyor. Entel entel sanat tarihi, Beethoven piyano sonatları lecturelarının yanında her seviye İspanyolca öğrenme podcastleri de vardı ki hastasıyım. Upper-intermediate dinliyordu kardeşiniz tabii ki dersleri (sonra zorlanıp intermediate'e döndüm kuyruğumu kıstırıp). Yakınımıza her gün ağacın gölgesinden faydalanmak için şezlong çekiyor bikinili kardeşlerimiz ve ingilizcemizi konuşturuyoruz. Şahsen benim lafların yüzde 90'ı, "umm" "hıhı" "really?" "that's interesting" şeklinde vuku buluyor.



Yatıp etrafı izleme: Saat 12 oldu bile. Artık İspanyolca podcastleri dinlemek lazım. Durmadan hoş esinti suratımı yalarken 2 saat geçti. Önümüzdeki 36 yıl daha böyle geçebilir aslında. Kuzenin ipodunu çantadan alıp güzel bose kulaklıkları da çıkarıp başlıyorum dinlemeye. Konsept şu: 2 kişi konuşuyor sohbet ediyorlar değişik konulardan. Her podcastin bir teması var, yok efendim en sevdiğin yemekler, ispanyollarla meksiklalıların farkları gibi konular. Bunlar bildiğiniz İspanyolca İngilizce karışık konuşuyorlar. Biraz geyik yapıyorlar. Sonra alakasız birilerinden bir conversation dinletiliyor konuyla alakalı, full İspanyolca ve zor bayağı. Onu da tartışıyorlar bu gençler. Böyle göründüğüne bakmayın ciddi keyifli dinlemesi. Anlattığım 2 kişi J.P. (Ceypi) ve Lilianna. Bu salak JP paso Lily'e yavşıyor. Ama ne yavşıyor bildiğin çakasınız geliyor iki tane. Gerçi hakkı var Lily bir İspanyolca konuşmaya başlayınca karşınızda Salma Hayek'i görmüş kadar oluyorsunuz. JP hıyarı Lily'e "yaw sen gençken party animal mıydın hehe" falan dedikçe yine bir tane patlatasınız geliyor suratına. Canım Lily tabii çok iyi yürekli konuyu değiştirmeye çalışıyor hemen. İspanyolcam gelişti böyle böyle de unuttum şimdi yine. Bu arada önümüzde millet suya çıkmış oluyor, onları da izliyorum. Kazma lan bu, ben daha iyisini yaparım diyorum.

Doğrulma ve öğle yemeği: Saat 2! Dilimizi öğrendik ve acıktık çok. Bol karbohidrat zamanı! Şezlongumuzun her yerini kapılmasın diye çitalar gibi işaretledikten sonra 50 metre arkadaki restorana doğru yola koyuluyoruz. Yiyecekler spagetti bolonez, bol ekmek, 2 porsiyon patates kızartması, içecek ve canımızın çektiği herhangi başka bir şey. Etrafta, her yerde sörf tahtaları dolanıyor, yanlarında insanlar var. Bir damla bile terlememişiz. Yan masada haftasonu tatili yapmaya gelmiş 30'unda tipler var. 6-7 kişi falanlar, 'ay hadi çocukluğumuzda sevdiğimiz filmleri tartışalım' falan yapıyorlar ki klişe timi ne olur çabuk gelsin Allahım diyoruz. Tek derdim onlar olsun zaten. Sınav yok, ders yok, sorumluluk yok, İstanbul bin derece, millet stajda ve benimki bitmiş, ben burada keyiften geberiyorum. Evet yemek bitti. Biraz kestirmek lazım değil mi, yemekleri sindirelim biraz. Yine gömüldüm şezlonguma. Işığı engellesin diye yüzüme havlu koyuyorum.



Burada bitirmek istiyorum şimdi yazıyı sevgili okurum. Senin de dikkatini çok uzun yazıyla dağıtmamak için yeni yazıyla devam edeceğim. Benim dağılıyor çünkü bu numara iyi geliyor bana. Tabii yukarıdan okumaya başlayanlar için biraz boka sarabiliyor durum o yüzden cinlik yapıp başlığa yazacağım. Hehe.


11 Ocak 2011 Salı

Hayaller...


Müjde!
Bugün 3 aydır girmediğim blog sitesinde çok yeni birşey öğrendim. Bir bloogerı izleyen insanların bloglarına onlara tıklayarak ulaşabiliyorsunuz. Hani sadece kafadan ibaret değiller o sağ köşedeki tipler. Adamlar düşünmüş, böylece bir sürü insana ulaşıp blog sörfü gibi şeyler yapılabiliyor. Selam bu arada.

Şimdi tanıdığım yegane blog yazarı olan ve 30 takipçisi olan sevgili arkadaşımın takipçilerine tıklayıverip bloglarını okudum azıcık. Bir tanesi beni acayip etkiledi sevgili okur eğer okuyorsan. Kız şöyle birşey yazmış. Aramızda kalsın bu arada bu hoşuma gitmesi de...

"beni gerçekten bi odaya kapamaları insanlarla ilişkilerimi kesmeli yemimi suyumu bi delikten bırakmalılar, yok sosyal hayat benim için fazla karmaşık."

Ya helal olsun dedim tam duygularımı yansıtmış bir baktım ki kızın yüzü tanıdık (resmini koymuş). Aha bu bizim biyoloji sınıfında. Kimmiş neymiş falan derken aha bu kız bizim liseden. Ayrıca ilkokuldan! Ulan dedim vallahi tesadüf değilmiş bu duygularım. Ben mezun olduktan sonra sevdim liseyi. Biz Kurtköy'de büyüdük abi hepimiz. Doğayı sevdik biz. İzole yaşadık. Taksim'de, Kadıköy'de, insan içinde değildik hiç. Okuldan kaçıp bataklıklara ormanlara, Ömerli barajına, Zeytin restorana gittik. Partilerde ormanında paint ball oynadık. Okulda kalıp gecenin 10'unda zifiri karanlıkta gps kullanıp bataklığı geçip benzinciye sucuk dürüm yemeye gittik (içinde İkbal vardı). Ah şu saatte duygulandım yine. Sabancı'da da pek farklı olmadı hayatım. Varsa yoksa göl, orman veya gecenin ayazında parktaki salıncakta sallanma. Ve huzurlu, özgür hayatım. Ama anlatamıyorum şu anda bile yani tam. Konudan saptım gibi oldu ama değil işte.

Dönelim hadi konuya, insan ilişkileri ve duyguları gerçekten çok fazla karmaşık bazen. Bu biraz karakter meselesi de bir yandan belki başkasına öyle gelmiyordur ama ne bileyim. Şimdi bu vesileyle hemen yukarıdaki kızımızın bıraktığı yerden devralıp genişletiyorum hayali:

Beni Como Gölü'nde bir villaya kapatın. Mümkünse aşağıdakinden olsun. Yiyeceğimi içeceğimi, kablolu yayınımı, internetimi ve NBA league pass'imi verin. Büyük HD ekran fena olmaz, gazete zaten internette, kitabı da e-bookla hallederim orada. Ahh hep kafam rahat. Sevdiğim insanlar da gelsin arada, hatta bol bol gelsinler. Bana yeter sanırım.



Bu arada biyoloji dedim 13 saat sonra biyoloji sınavım var. Üniversite kariyerimin sondan 3. sınavı. Ya o kadar bir yerimdeki sınav. O kadar umrumdaki ( serseri imajı yaratan öğrenci) . O kadar çalıştım ki... Hallederiz nasıl olsa yeaa! Hep halletmedik mi zaten. Eğitim kariyerim boyunca 550'ye yakın sınava girmişim ve kimse bana para vermedi bunun için. 5 kuruş vermediler bu kadar emeğe. Hep ailem para verdi. Sonra bir de üstüne okula para verdiler!..
İyi geceler herkese...