18 Ekim 2010 Pazartesi

Love hurts..

Selam okurlarım üzgünüm ya bayadır yazmıyorum. Deli üşeniyorum çünkü! Kötü bir durum. Yazıcam en yakın zamanda bir sürü şey doldu çünkü. Neyse bunu bir arkadaşım yollamıştı, anonim internet sözlerinden biri sanırım. Hoş bir bakış açısı olmuş. Romantik arkadaşlarım severler elbet... Bütün bu hisler tanıdık gelmiştir eminim onlara.

Bu arada love falan demişken benim çok sevdiğim bir arkadaşım var. Liseden arkadaşım Görkem. Sırf ben değil hepimiz bayılıyoruz kendisine (evet anlatım bozukluğunu buldunuz! süpersiniz). Ya harbiden süper adam valla kız olsam kesin verirdim o kadar yani. Şimdi bizim odada kendisi için yaptığımız bir tezahuratımız var. (Biliyorsunuz odaca erkeklere yazıyoruz artık!!) Şöyle ki:

C: Who loves Gööörk?!?!?!
Herkes: (kollar Maximum Card şekli açılır) I doooo!!

İşte böyle. Ayşe Arman tribi yapıp seviyorum hepinizi falan diyecektim demicem.

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Aile Saadeti


Haftasonu klimalı salona doluşmuş 4 kişilik bir aile...

Baba: Ramazan ne zaman biliyor musun?

Anne: (Kaşlarını çatar) İlk 11inde kalkıcan Allah'ın izniyle!

Ben: Pıhhh (gülmesini zor tutar)

Baba: Biz seferiyiz(nereye seferiyse artık). Oruç tutamayacağız bu sefer.

Ben: Puahahaaa (yarılır)

Anne: Hay allahım! Çarpılıcaksın be adam!

Baba: İnşallah mübarek ramazanda...

Anne: Ayol sus! Ateşin var zaten çenen düştü bir de!

Çocuklar: (Kafayı yastığa gömerler gülmekten)

Anne: Bak hemen hastalandın, iyice yaşlandın sen artık( Baba 50sine girecektir). Saçların da dökülüyor. İhtiyar keltoş!

Klima çalışmaya devam eder. Dışarıdaki 80 derece sıcak vız gelir. Kız laptopuna, çocuk kitabına, ana-baba da tvlerine geri dönerler.

30 Temmuz 2010 Cuma

Giden bir kadının ardından...


Selam,
Bugün tanıdığım birisi öldü. Çok da tanımıyordum aslında. Babamın kuzeni, bayramdan bayrama gördüğüm bir kadındı. Eskişehir'e gittiğimizde ayağım gitmezdi hatta evine. Soğuk, kasvetli, naftalin kokan aptal bir evde yaşardı.
Her neyse son zamanlarda pek görememiştim zaten, ya evde ya hastanede yatıyor olurdu. Onun hakkında birkaç şey yazmak istiyorum. Hakkında hemen hiçbir şey bilmediğim bir insanı hatırlamaya çalışacağım. Bunu hakettiğini düşünüyorum. Çünkü iyi insanlar hayatlarında bir kez olsun ilgilenilmeyi, hatırlanmayı hakeder. Bu lafı da bir dizide mi ne duymuştum. Din, cennet gibi şeylere pek fazla inanmayı beceremesem de en azından onun arkasından böyle birşey yapmam gerektiğine kesin inanıyorum.

Gülten 1.60-1.70 boylarında siyah saçlı kendi halinde bir kadındı. Kendisine daha önce hiç adıyla seslenmedim. O yüzden abla mı desem ne desem bilemedim işte direk adını kullanıyorum. Kendisi genelde gülerdi. Zaten bayramda herkes güler. O da gülerdi. Tatlı kadındı. Yüzüne bakınca siz de samimi bir şekilde gülerdiniz. Okuyamamıştı ama gözlerine bakınca zeki bir kadın olduğunu anlardınız. Her gittiğimizde hayatımızdaki detayları güzelcene hatırlar, hoş sorular sorardı. Öyle kafası havalarda tiplerden değildi.

Pek kimsesi yoktu Gülten'in. Ankara'da çalışan, yılda 5-10 kez uğrayan bir ağabeyi ve hayatının yarısını Bulgaristan'da geçirmiş, burada hala tam tutunamamış yaşlı bir babası vardı. Annesi öleli çok olmuştu. Bir de kedisi vardı. Onu hep o kedisiyle hatırlarım. Çok romantik kaçmasın ama kedisi hayatındaki en önemli varlık olabilirdi. Gülten çok severdi kedisini. Türk anası gibi gösteriyordu sanırım sevgisini. Basardı yemeği önüne. Kedi kısa sürede kafam kadar olmuş, obezliği geçmiş, koyun mertebesine çıkmıştı. Çok tatlıydı ama kedisi de. Bembeyaz, korkak, mutlu, salak birşeydi. Acaba ona ne oldu. Bu saatten sonra çok fazla bir geleceği olacağını düşünmüyorum.


Dürüst olayım, Gülten'in de çok fazla geleceği olduğunu düşünmüyordum. Gerçi o hepimize inat iyi yaşadı. Acı da çekti. İnsanların, adınızı her andıklarında "cık cık! Allah vermesin" çekmesi oldukça salak bir duygu olsa gerek. Olsun, hıyar insanların(başta annemler) söylediklerini hissetse de, fazla dikkate almayacak kadar olgun olduğuna eminim. Mücadeleci olduğu da kesin bu arada. Çok mücadele etti zor zamanlarda. Arada insanlar vicdanlarını rahatlatmak için ziyaretine gidiyorlarmış. Yalnızdı. Annem nasıl olduğunu sorduğunda hep şu cevabı verdiğini hatırlıyorum:
" Uğraşıyoruz be Aycan, uğraşıyoruz ne yapalım."
Çok uğraştı Gülten. Şimdi kalkıp, uğraşmasını erdem olarak yüceltecek değilim. Birşey ifade etmiyor çünkü artık. Ölen birinin hayatını çok da fazla romantize etmemek kanaatindeyim.

Gülten sana güle güle mi diyeyim bilemedim. Eskiden her ziyaret sonunda kapıda güle güle derdim, sen de hoşçakal diye düzeltirdin. Özür dilerim daha yakın bir anımızı bulamadım seninle. Ya bak, hiç umudum yok ama umarım cennet vardır ya! Valla kendim için istemiyorum. Sen melek ol. Ben kendim için sadece ilgi istiyorum. Ama kendimden istiyorum. Başkalarına ilgi. Amerikalılara diyoruz, "dışardan samimi gözüküyorlar ama başkalarına karşı aslında kocaman duvarları var" diye. Bence benim ve çevremdekilerin onlardan farkları biraz daha fazla samimiyet ve daha küçük duvarlar. Portakalı sever gibi seviyoruz başkalarını. Sadece kışın suyu sıkıldığında, ve istediğimiz şekle geldiğinde seviyoruz. 2 dakika kabuğunu soymaya zaman yok. Bir ara gün boyu kendinizi ve başkalarını ne kadar düşündüğünüze dair bir yüzde yapın bakalım nasıl çıkacak.
Al işte yine ben! Tamamen Gülten için yazıyordum bu yazıyı ve yazım güzelleşsin diye mesaj vermeye giriştim. Ne g.t adamım lan!
Ben sana bari senin bay bay diyeyim. Hani bir keresinde ortasını bulmuştuk. Hoşçakal mı güle güle mi derken kolaylık olsun diye bay bay dedirtmiştin bana. O zamanlar ben çok küçüktüm. Sonra büyüdüm. Hiç ilgilenip arayıp sormadım seni. Belki yapsam da garip karşılanırdı. Neden ki, uzak akrabayız diye mi? Saçma değil mi? Garip, çok şeyini anlayamıyorum hala olan bitenlerin.
Bay bay.

27 Temmuz 2010 Salı

Guti Gaymiş!


Hıı gaymiş! Alın bu da sevgilisi. Siz gay olmadınız da ne oldu lan?

Not: Barça forması da ne yakışmış Melissa kardeşime...

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Meriç Olmak 2



Evet, konudan çok sapmayalım anlattıklarım genel hatlarıyla kadın erkek dostluğunun(k.a.d.) içeriğiydi. Kime sorsanız söylerdi bunu. Peki bu mümkün olabilir mi güzel kardeşim? Ateşle barut yan yana durur mu; diyorlar ya. Ha bakın gerçekten de doğamız gereği birbirimize beslediğimiz ana dürtü dostluk değildir. Lakin bu işi toptan kanka ayağı g.t ayağı olarak algılamanın malca olduğunu düşünüyorum. Ve bunu örneklerle açıklayacağım. Lafı kızlarla(karşı cins yani) nasıl normal biçimde arkadaş olabilirize getireceğim.

Elimizde 3 arkadaşımız var. Bunlar benim uzun soluklu, çok üst seviye diyebileceğim 5 tipten 3ü oluyorlar. Onların dışında da çok iyi arkadaşlarım var tabi ama bunlar üzerinde gidelim şimdilik. İsim de vermeyelim şimdi. Bunlara, Pırasa, Çilek ve Çilek 2 diyelim!


Pırasa: Gerçekten en yakın dostlarımdan biridir bu pırasa. Onunla hayatımdaki her şeyi paylaştım. Kısacası çok severim, öyle böyle değil. Onunla ilgili anlatılacak çok şey var ama yerim yok o kadar. Nasıl daha da yakınlaşamıyoruz peki? İlk olarak kızımız çok iradeli ve ilkeli. Bakın bu önemli. Eğer kız erkek dost olacaksa, arada kendini tutacak arkadaş. Çünkü illa ki bir zaman bir yerlerde elektriklenme oluyor işte. İlkeli iradeli olacaksın. İkincisi, üzgünüm ama kendisi benim, boy alt sınırımın biraz altında olduğu için zaten hani aramızda pek bir şey olması söz konusu değil. Kız güzel, peşinde habire tipler dolanıyor ve aşk meşk konusunda benden çok daha başarılı. Ama bende de böyle bir manyaklık var. Sanki basket takımına adam seçiyorum! Eğer burayı okuyorsan, üzgünüm canım ama 15 cm uzun olsaydın belki daha farklı olabilirdik (dil çıkartan smayli). Üçünücü durum biraz kişiye özel, maalesef kendisi biraz bacıdır. Bildiğin bacı! Ona söylerim hep insanların bacısı olma diye. Beni dinliyor ve önlemlerini alıyor kendisi. Şimdi Avrupa’dan geldiğinde gelişmelerini göreceğim diye umuyorum. Son olarak biz biraz fazla laubali olduk bundan sonra zaten zor. Gördüğünüz gibi net biçimde dost olabiliyoruz.


Çilek: Çilek dediğimiz arkadaşım çok özel bir insan. Hastasıyım! Ya onunla ne böyle fazla laubali oluruz, ne de 1 buçuk saat telefonda dertleşiriz. Ne o beni ağlayarak arayıp derdini anlatır, ne ben ona pis erkek esprileri yaparım. Bunun yerine ne yaparız? Deli gibi güzel vakit geçiririz. Çok güleriz. Gülmezsek, çok somurturuz. Öyle boş boş bakarız mesela okul zamanları. Her türlü gereksiz muhabbeti de ederiz. Sıkıntılı oluruz. Dertleşiriz de. Derin şeyler de anlatırız ama çok derine inmeyiz. Derine inmemiz şöyle olur. Bir şey anlatırken arada bir bakışır gülümseriz. O yeter. Öylece o yukarıda anlattıklarımı( telefonda dertleşmek gibi ). kompanse etmiş bile oluruz. Manyaklık işte. İkimiz de biraz zoruzdur ama geçinip gideriz. Gerçi daha biraz daha laubali olma potansiyelimiz var hala. Her neyse nasıl böyle iyiyiz peki biz? Bu kardeşimle de öncelikle harbiden biraz kardeş gibi olduk. Sürekli birlikteyiz. Oraya buraya, her yere birlikte gittik ve biraz öyle oldu. Fiziksel yakınlaşma falan da sarılma vb. şeklinde olmuştur yani ama bir durum yok. Bence buradaki en önemli etken, onun çok fazla kafa bir kız olması. Ay, yok biz çok beraber takılıyoruz şöyle olur. Ay bana baktı böyle olur, yok kızda. Doğuştan rahat. Öyle modernite falan değil bildiğin kişilik meselesidir bu. Yani hiç öyle garip

garip davranmalar olmaz öyle. Hepten, demeyeyim ama kız triplerini aldırmış! İkinci olarak, bu arkadaşımız hiç sevgilisiz kalmaz. Maşallah birini bırakır 15 gün sonra yenisini bulur. Bu da rahat bir şey tabii. Çok yakınlaştık ay elektriklenme oldu mu acaba, ya dostluğumuz azalırsa; gibi sorular olmaz kafanızda. Tabii en yakın arkadaşların sevgilisiyle kafa bulma olayı da oldukça eğlencelidir. İşte size yaşanmış bir diyalog. (üzgünüm Çilek’ciğim sen bize bakma. Valla bakma.)

Y: Abi tipe bak çok başarısız ya! Şu kıza söyler misin yakışıklı adamlarla çıksın! Önce sörfçü sonra bu!

C: Yok be abi iyi çocuğa benziyor. Hmmm. İki dakkada bitirdin herifi lan yerin dibine soktun. (güler)

Y: Ya abi bu adam bu kızı nasıl tavlayabilmiş? Ya gerçekten çok merak ediyorum yani.

C: Klasik abi, biraz büyüktür. Kesin olgun erkek ayağına yatmıştır. Biraz da kültür-mültür. Ben Çilek’ciğimi bilmez miyim, Feriköy sazanı gibi cumburlop atlamıştır. Hayatta acımaz.

İkisi birden: Hahaohaohaohahaoa

Evet maalesef bizler de arasıra dedikodu yapabiliyoruz.


Çilek 2: Son örneğimiz yaratıcı adıyla Çilek 2. Bu arkadaş işte yukarıdaki Çilek’in aksine triplere girmeye çok müsaittir. Bu biraz anti örnek olacak sanırım. Kendisi en ufak bir şeyde, ne yani sen ne demek istedin şimdi falan triplerine girmekte ustadır. En eski ve en köklü arkadaşlarımdan olduğu için her şeyimi bilir idi. Artık pek bildiğini söyleyemem. Belki de benim gerçek Meriç’im oydu. Etrafımda birileri olduğunda Çilek 2’ye kesin gıcık olurlardı. Ben de onun erkek arkadaşlarına hiç ısınamadım. Ben de onun Meriç’i olabilirim sanırım. Ama gerçek dost olmaktansa, eski dostum olarak anılacak gibi duruyor kızımız. Ha ayrıca biz bu kardeşimle bir gece az daha yatıyorduk da. Kız sağlam güzel çünkü. Hani sağlam güzel ve içki falan içince sapıtmıştık bir keresinde baya. Ama bu ondan önce de bir havalardaydı. Her neyse garip işte aramızdaki ilişki. Gerisini samimi bir şekilde hayal gücünüze bırakıyorum. Kafanızda kurduğunuz öykü doğrudur büyük ihtimalle sevgili okurlar. Çocukluktan alarak başlayabilirsiniz. Başı, sonu, aynen, detaylarıyla nasıl kurduysanız öyledir yani. Biraz tipik bir hikaye bizimkisi.

Bu da böyleydi. Ya bu arada ne olur gidip karşı cins dostunuza “sen lütfen üzülmee oki ?!?" falan gibi mesajlar çekmeyin. Eğer öyle şeyler yapacaksanız zaten gidin buradan.

Tatlı rüyalar…

Meriç Olmak 1


Boncur. Öncelikle havalar çok sıcak, çok nemli. O yüzden ya içeride durun ya dışarıda durun. Yoksa bir 40 derece, bir 18 derece, klima baya bir ağlatır beyler. Bugün çoktandır okumadığım ekşisözlüğü okuyordum. Ki uzun süredir pabucunu dama atmıştım kendisinin. Yine çok enteresan gay bir konuya rastladım. Yazmazsam çatlarım ona göre.

Ben zaten bu gay konuları yazmayı uzun zamandır istiyordum. Eğer burada neden derseniz, amacıma ulaşıp okurun dikkatini çekmişim demektir. Evet bu yüzden neden derseniz, ben genelde çok çabuk sıkılan bir insan olduğum için böyle uzun soluklu, iddialı muhabbetlere hiç gelemem beyler. Hani sessiz sakin çocuk olma olayı çok rahat gelir. Bir yere yatıp milleti dinlemek falan rahattır modumda değilsem, sıkılgansam eğer. O yüzden blog gibi yarı “public” ortamlarda böyle bir konu konuşmak istiyordum. Ayrıca arada yavşak muhabbetler iyidir.

Şimdi ekşideki gay konu, kızlarla erkeklerin dostluğu idi. Yani erkeklerle kızlar aralarında hiç birşey olmadan dost olabilir mi? Ve ayrıca öyle kalabilirler mi? Benim cevabım evet bu arada. Söyleyeyim de sıkıntı olmasın sonra. Ortada cevap vermiyorum yani. Ya şimdi, bu kız-erkek dostluğu anlatılmaz bir şeydir öncelikle. Gerçekten yaşamanız lazım nasıl olduğunu görmek için. Normal dostluklara pek benzemez yani.

Hemcinslerinizi düşünün. Şu anda erkeksiniz. Dostunuza herşeyi anlatırsınız ya; nah anlatırsınız. Birşeyler kesin kalacak içinizde. Çare yok. Dürtüleriniz elvermez bazı şeyleri paylaşmanıza. Duygusal olarak belli yere kadar yaklaşırsınız. Bir kere hemcinsinize( hala erkeksiniz) öyle vıcık vıcık aşk hikayesi falan anlatamazsınız. Kötü bir şey olmayabilir bu, ama öyle. Başınızı yaslayacak bir omuz aradığınızda, hani baba biraz da anne gibi, öyle omuz falan değil bir sürü nasihat bulursunuz. En iyi zamanda da biraz hoşgörü. Erkek erkeğe yaşanan diğer harika şeyler bize kalsın şimdilik. Çok romantik genellemedim herhalde erkekleri. Öyle düşünüyorum, kısacası kadın bir arkadaşınız varsa harbiden duygusal olarak çok tatmin edici bir ilişki olabilir bu. Sevgili gibi değil, orada başka yerlere girer tam böyle olmaz. Eğer kadınsanız, şu anda kadınsınız, durum daha beter. Her an rekabet, kıskançlık, potansiyel gerginlik falan her bünye kaldırmaz bunu. Tamam birbirlerinin her bokunu bilirler ama kendileri huzuru erkek olan arkadaşlarda bulmuştur genellikle (çoğu orada bile bulamaz). Bizim hesapsız oluşumuza hastalar herhalde tam bilemeyeceğim ruh hallerini.


16 Temmuz 2010 Cuma

Özlemişim


Merhaba okur. Tabii hala okuyan kaldıysa. En son darbe günü yazmışız 27 Mayıs'ta. O zamandan beri köşeye uğramadım. Sıkıntı ya! Amma da yazmamışım. Zaten sizin gibi beceriksizi var mı, okudum okudum diyip bir izleyici olamadınız (Gerçi ben de beceremiyorum ya!). Sadece şurada Damla'cım izleyici olmuş o da vefalı kızdır zaten hemen olur. Neyse nerede kalmıştık? Artık arayı daha fazla açmayacağız. Sohbetler, şakalar, öyküler ve şarkılarımla bomba gibi dnyrmmm. Ehö!

Şakaydı. Yok, daha fazla yazacğım çünkü zaten staj dönemindeyim. Staj ne demek? Haber siteleri demek. Milliyet.com.tr demek. "Bu yıldızların küçüklüklerini tanıyor musunuz?"demek. "Komik tuvaletler! Böylesini hiç görmediniz!" demek. "Kelly Brook yine yapacağını yaptı!" demek. Yalan transfer haberleri demek. Hurriyet.com.tr okuyucu yorumları demek. ("Bu vatandan ekmek yiyenler, daha dün Habur'da İHANET ettiler vatana!..." anti_gS_19O7) Fizy demek, grooveshark demek staj. Haberturk, eğer çok bayarsan gülmek için habervaktim demek. Söylediğim gibi, çok fazla anlam ifade eden bir zaman dilimi. Blogger'a girilmiyor stajda. O yüzden orada yazacaklarımı word'e yazıp, hem meşgul görüneceğim hem de size bol bol bol yazı sunacağım. Umarım.

Peki ben o kadar zaman ne yaptım hiç merak etmiyor musunuz? Bir düşünelim bakalım.

1) Zaten finallerim vardı o yüzden onlara zaman ayırdım.
2)Simulasyon projeleri tabii ki bol bol vaktimi aldı
3)Sınavlar ana sponsorum özge-damla kankilerdeki dünyanın en rahat pencere pervazında bolca uyudum, dışarıyı izledim. Halbuki çalışmaya gidiyordum.
4)Dünya kupası... Ahh dünya kupası şimdiden özledim. Canım dünya kupası.
5)Bütün o lgs bebelerine rağmen inciden şaşmadım. İn ci we trust!
6)Arada basket oynadım ama çok oynayamadım ya.
7)İşte üzüntüler, sevinçler, depresif haller yeni şarkılar buldum vs.
8)Aa guitar hero oynadım birkaç kere. Hastasıyım.
9) Wimbledon'da 3 gün süren teniz maçını izledim
10)Tembellikten öldüm zaman zaman.

Daha sonra staja başladım sevgili okur ve birazcık sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Bu arada bugün okuduğum bir yazıda hayatta olan kötü şeylere inat daha çok gülmemiz gerektiği yazısı çok hoşuma gitti. Sezen'in dediği gibi "gülümse". Hayat her zaman Casillas'ınki gibi mutlu sonlar vermeyecektir sana ama olsun.



Yazıyı Maradona'nın bir sözüyle bitiriyorum. "Pele'yi çok fazla izleyemedim. Belki benden iyi bir oyuncudur. Ama annem benim daha iyi olduğumu söylüyor."

27 Mayıs 2010 Perşembe

Saç!



Sevgili bu blogu okuyanlar, allah belasını versin saçlarımın. Bu kadar mı kıl olunur yahu! Ya bir saç bu kadar mı şişede durduğu durmaz, illa ki aptal şekle bürünür yahu. Şu hayatımdan yıllarımı yedi bu saç. İyi bakınca da kabarır, iyi bakmayınca zaten kabarır, delirdim şurada yemin ediyorum.

Aslında herşey çok masum ve güzel başladı. Küçük Can da bir kısım Türk çocuğu gibi sapsarı ve ipek saçlıydı minicikken. Hep de Amerikan traşı yaparlardı, evet her özenti anne-baba gibi, ama çok yakışırdı bana. Asil asil dolanırdım biryerlere kaçmadığım zamanlarda. Amerikan traşı dediğim hep öne düşen, genç Beckham stili oluyor. Babamın derinliklerinden gelen Balkan genleri sağ olsun böyle güzel bir saç olamaz yani. Resimlere bakarak da onayladım bu düşüncemi çokca. Lakin, taa o zamanlardan, küçük Can elindekinin kıymetini bilmeme hastalığına yakalanmış ve sarı saçlarımı beğenmez olmuştu bile. Niye ben de arkadaşlarım gibi siyah saçlı değilim ki yani? Şu anda 5-6-7 yaşlarındayım. Rezalete, 'comformist' liğe bakar mısın?

Bir tek de bu hıyar dileğim kabul olmuştu. Ne uçağım, ne uzay gemim, ne de havada rahatça 3 takla atma yeteneğim! Böyle hıyar dilek mi olur ya. Ama oldu işte! Annemin Anadolu'nun bağrından kopup gelen genleri kaderimi devraldı ve siyaha dönüştüm. Ee tamam dönüştüm. Niye saç tellerim de incelip sertleşiyor güzel kardeşim. Yok ya Türk saçları gitsin Avrupa saçları gelsin yeter artık!

Her neyse, ilkokulda o güzelim saçlarımdan eser yoktu ama çok problem yaşamıyordum. Tabii artık Amerikan'ın gerektirdiği gibi önüme düşmeyen saçlarıma, oyuncaklı berberler tarafından yarım-Amerikan reva görülmeye başlanmıştı. Yıllar geçtikçe berber olayım baba berberi, arkadaşın önerdiği berber, yeni keşfedilen berber ve pahalı berber arasında gidip gelmeye başladı ve hala istikrara varamadı. Ama büyüdükçe saçlarım kabarmaya ve kabarmaya devam etti. Berbere gitmeye de çok üşendiğimden mütemadiyen sıkıntı doğurdu saçlarım.

Yine yıllar geçti ve ben lise sona geldim. Ya bu arada ben öyle görüntüsüne çok takılan bir adam değilim yani çok düşünmem. Peki ne düşünürsün sen Can? Valla birşeyler düşnüyorum ama ben de çok bilmiyorum. Hatırıma gelmiyor... Evet, şu anda lise sonum. Dershaneye gidiyorum. Çok da seviyorum oranın ortamını arkadaşlarımı falan. Hala da görüşürüm bir kısmıyla. Orada bir arkadaşım vardı işte. Bu bayın saçları resmen hayvan gibi uzundu. Nasıl desem belden bir karış yukarıya kadar. Önceleri nasıl kıskanırdım bilemezsiniz. Bunların Mekteb-i bilmemnelerinde son sınıflara ağa muamelesi yapıyorlarmış o yüzden bu da misler gibi uzatmış. Sevgili Koç'umuzda 5 cm saça Kurtköy berberinde bulurdun kendini.

İşte onu kıskanarak başladı maceram. O sıralar da kabarırdı saçım ama uzatınca geçeceğine inanırdım. Çevremdeki herkes de bu işin uzmanıydı. "Ya ilk başlarda illa ki problem yaşıcaksın saç uzatma böyle bişii. Ama takılma o sıkıntılı dönemi atlatınca gayet forma giriyor. Ama kırıkları aldır arada haa!" Kafam girsin o kırıklara! Ne o? Hiç birşey de olmadı işte! Neyse daha oraya gelmedim. Ben de saçımı uzatmanın hayaliyle yanarken, ÖSS geldi, geçti ve ben yaz öncesi son kestirmemi yaptım. Bu kısım gayet normal, tüm erkeklerin post-ÖSS süreci.

Aslında sonrası da normal olmalı. Saçı uzatırsın. Tipine gider, gitmez, at kuyruğu yaparsın, herkes kısa daha iyiydi der. Ya da güzel olur. Öyle gider hevesini alırsın. Ama ben? Ben heves meves almadım. Çünkü gerizekalı şey, bu kadar mı kötü uzanır. Saçımın altında bir tek bataklık eksikti. Nasıl bir sarmaşık, nasıl deve dikeni bir saç. Bakın bu çok ciddi şaka yok, yağmur suyu değemezdi kafama. Afronun bile bir estetği olur, olmaz ya, birazcık olur, yok! Yukarı doğru uza , uza. Yer çekimi dinleme. Birbirine gir. Tesadüfen aynı anda uzatmaya başlamıştık saçları bir arkadşımla. Onu liseden de tanıyordum ve fresh yılında birlikte takılırdık çok. İşte onun saçı Troy filmindeki Achillus gibi olmuştu, benimki de g...m gibi olmuştu. Ya kimsenin güzel saçında gözüm yok daha çok versin tanrı. Ama benimki de böyle olmasaydı. Ne üzülmüştüm biliyor musun saç? Ne hayallerim vardı seninle ilgili.

Beni hep yarı yolda bıraktın. Her günüm bad-hair day oldu senin yüzünden. Şu anda da gölün orda yine konser var sanırım. Okul grubu konserinde birileri böğürüyor. Ya onu söyleyeyen metalci, bak inşallah göle düşersin o mikrofonla anladın mı beni. Hayat boyu acı çek anladın mı! Evet işte her günüm bad-hair day oldu hiç bir türlü bakım, bililmum kadın şeyleri ve shampoolar da seni yola getiremedi. Hala taranmıyorsun. Bir de strese girdiğim zamanlarda dökül. Strese girdiğimi hatırlat. Tapıyorum sana. Sapığınım yani.

En iyisi kısalt kurtul değil mi? Değil işte! Hem çabuk uzuyor, hem de ben berbere gitmeye üşeniyorum. Ayrıca saçım çok gür olduğu için orasından burasından fırlıyor ve anında düzensiz uzama evresine giriyor. Gerçi bu konuda tek kelime etme lüksüm yok. Bu sefer kesin kel kalırım. Böyle işte saç. Hep şu resimdeki gibi olsan da hiç sorun çıkartmasan bana. Saç konusunu bilen varsa da bana anlatsın bir iki şey...

21 Mayıs 2010 Cuma

Have Fun Pliiz!


"Yurdun dört bir yanındaki mühendislik öğrencileri olarak bu sene de bahar şenliklerine gereğinden fazla anlam yükleyeceksiniz.." demişler Zaytung'un astroloji köşesinde. Hohahaoaodsfkslklklkkdj. Acayip güldüm buna ben sevgili okuyanlar(bu da inananlar gibi oldu). Yazık lan! O kadar da vurmasaymışlar bize. Eğlenmenize bakın ama ne olur çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu bu çok sevgili grup. Gidip içkinizi alıp müziğinize bakıp arkadaşları ziyaret edin. Çok sıkılırsanız gidin kafa dinleyin azıcık. Valla dalganıza bakın ne olacak yahu.

Ayrıca zaytung kardeşim bu arkadaşları bir de tatil köyünde görmeliydi. Eğer bu bloga smayli koymama prensibim olmasa 10 parantezli gülücük kondururdum o derece yani. Evet neyse şimdi bahar şenliklerinde keyif almanın yolları nelerdir? Böyle içkili-localı basık disko ortamları değil dikkatinizi çekerim çünkü oralarda içki komasına girmeden eğlenebilmenin sırrını daha ben de çözemedim.


Ya şöyle bir liste yapacaktım ama harbiden nelerdir ya şenlikten keyif almanın yolları? Ben genelde baya keyif alıyorum ama canım çabuk sıkıldığı için ya kendim kaçıyorum bir saat ya da bir arkadaşı yanımda götürüyorum. Çok da böyle bir tazelenmiş olarak geri dönüyorum ardından. Ayrıca güzel kardeşlerim, hoşlandığın birine illa da şenlikte açılınacak diye birşey yok. İyi ve eski bir arkadaşım olan baya güzel bir kız mühendis arkadaşım şenlikteydi bir keresinde. Birisiyle ilgili planları vardı bizim okula gelirken. Ama adam da haklı olarak yanındaki 5 erkekle beraber paso nargile içip karı kız muhabbeti yapıyordu. Kız yapamadı birşey yani.

Eğer erkekseniz işiniz daha zor. Tamam kız istediğinde çok ustaca bir hamleyle gönderebilir tüm kızları yanından, ortamı istediği gibi de yönetebilir. Böyle böyle ortamlar turnasol kağıdıdır biraz ona da kabul. Ama ya kızın sizden haberi yoksa çok? O gerizekalı arkadaşları (allah belalarını versin diyeceğinizi biliyorum ama onlar da ne yapsın başka işleri güçleri yok!) her daim nöbette beklerler. Vatan toprağı savunur gibi savunur, sakınırlar gruplarının güzel kızlarını sizden, biliyorum. O an dünyadaki en 'medeni cesur' adamı bile olsanız işleri boka sardırabilirler ki yaparlar. Üzmeyin kendinizi.


Siz de sabah derse giderken şöyle içten hoş bir gülersiniz ya da yolda, caddede görüp aptal bir soru sorarsınız adıyla beraber. Yemin ediyorum, bakın 2 haftada nasıl satıyor bütün o kısa boyluları. Siz de, kızla gezerken başsız kalmış, yalnız, iç çatışmalarından boğulan zavallı arkadaşlarının hallerine bakıp tabii ki de gülerken beni anarsınız(buraya da smayli iyi giderdi ya).

Evet bu değerlendirmeden sonra önemli birşey daha. Bu da daha çok kızlara gelsin. Özellikle şenliğin en yoğun olduğu zamanlar, bizim okulda cumartesi 5-9 arasıdır mesela. Bu gibi anlar "bütün o kalabalığın içinde bile yalnız" triplerine girebileceğiniz, kötü ses sisteminden gelen ve kalabalığınki ile birleşen gürültünün içinde her an soyutlananabileceğiniz çok tehlikeli anlardır. Ya allah korusun, bir anda dalıverirsiniz derin düşüncelere, hayallere. Ben neden hep hata yapıyorumdan girerek bütün hayatı öyle bir sorgulamaya başlarsınız, öyle bir detaylı tararsınız ki bir anda bütün yaşamınızı, siz bile şaşırırsınız. Ya bari illa yapacaksınız 'şuraya bak herkes mutlu neden bir tek ben böyleyim' e girmeyin, herşeyde anlam aramayın yahu. 'Ne yani bir şenlikte mutlu olamadın diye başımıza Nietzsche'mi kesildin lan p.....nk' derler adama! Erkekler için biraz farklı olsa da yoğunluk ve içerik açısından, genelde şablon aynıdır. Hüzünlenirsiniz boşu boşuna.

Onun dışında anlamsız boş işler yapın. Sevgiliyle gelmişseniz öylece yatın bronzlaşın ama düşüncelere dalmaya dikkat! Akşama da ateşli bir öpüşün ardından, insan gibi içmediğiniz için, vasat bir gece bekliyor ikinizi de. Ayrıca bu günü diğerlerinde çok farklı görmemeye çalışın gerçekten. Hani eküriyle konserde helölö diye dağıtmak sahiden zor geliyor olabilir. Yanlarında durup sessizce sallanmak da iyi olabilir. Ayrıca şu aktiviteler yok mu? Off kesin katılın hepsine. Parası batsın yani, oynayın paint ballunuzu, zıplayın yaylanma şeysinde, sıra olmadığı anları iyi kollayaraktan, her boka atlayın bence. Ben öyle yapmayı düşünüyorum.

Ayrıca istisnalar dışında hepimizin bir şenlik grubu vardır. Bütün sene az çok öyle takılınır ama bu grup her tür organizasyonda, partide, konserde birbirini bulur. 'Cidden mi?' dendiğini duyuyorum. Şu büyük yastıklarda oturanları biraz inceler misiniz acaba? Bir şenlikte ortalama 20 kez dağılır ve deforme olur bu grup. Ama sonunda kaderde asla ayrılık yoktur onlar için. Gün içinde ayrı dünyalara dağılsanız da, ki saat 7-8 civarı kaçınılmazdır bu, gece konserlerinde arkadaşlarınızı bulmaya bakın. 3 kişiyi bir araya getirin siz, bakın grup nasıl da toplanıyor anında. Konser sırasında arada çıkıp "naber yeeaa" dediğiniz arkadaşınızın yanında uzunca kalabilirsiniz. Korkmayın, bu saatten sonra grubunuz hayatta dağılmaz.

After party işlerini de yazayım diyordum ama onda çok fazla bir tecrübem yok. İşte sarhoş güzel biriyle hoş bir gece geçiriyorsanız da en güzel after party o aslında. Neyse. Benim de ne çok tecrübem var şenliklerle ilgili. Ama boru değil 8. sınıftan beri neredeyse hiç kaçırmadım o festleri. Hepsinde hazır ve nazırdık arkadaşlarımla. Çok da kaşarlanmış durumdayım Lise 3'ten beri bu konuda.

Son olarak Nietzsche nasıl yazılır? İlk önce Nietz yazıyorsunuz. Hani pek bir şeye benzemiyor. Niet, Rusçada hayır demektir, bir de z gibi düşünün. Ondan sonra schedule kelimesinin ilk 4 harfini alıyorsunuz. Bu harfler 'sche' oluyorlar. Ve oldu size Nietzsche. Bunun adı da çok boktan ama!





12 Mayıs 2010 Çarşamba

Neden Ya?!!


Millet gider Marilyn Monroe'yla kaçamak yapar, Carla Bruni'yle evlenir, hatta soylu olanları Grace Kelly'i bile kapabilmiştir. Bizim liderlerimiz de anca Emineleri, Hayrunisaları, Nesrinleri götürürler. Of ya!!!

11 Mayıs 2010 Salı

Durum yazısı



Gerçekten garip bir durumdayım yani. Hayatımın en zorlu yorucu günlerinden biri biterken odama yeni geldim. Bu kadar b.ktan bir günden, herşeyin ters gitmesinden, etrafta evsiz gibi uyuklamadaan sonra odama yeni geldim. Dünden kalan doğumgünü pastamı yiyorum loş ışıkta. Bir de bahar şarkısı açtım yabancı. Şimdi siz de açın. Daha keyifli oluyor öyle. Evet. Sanırım bugün kanıma giren ilk glikoz bu oluyor. Kendimi soğuk bir bira şişesi gibi hissediyorum.

İçimde çok çalışmış didinmiş ve sonunda birşeyleri başaramamış olmanın verdiği gurur yatıyor bu gereksiz günün ardından. Çok çalıştığım da nadirdir ayrıca. Huzur da doluyorum . Kafamda enteresan düşünceler var. Mesela biraz önce uyurken arayan arkadaşım. Onun da günü çok yorucuymuş. "Bir arkadaşıma azcık küsüm ama sinirli de kalamıyorum insanlara" demiştim mesajımda. Aradı konuştuk. O da bozuktu arkadaşına. Dedi ki, bana sorma oğlum ben hala konuşmuyorum bunla. Hımm hadi ya dedim güldük. Ama baya hoş şeyler söyledi bana.

Pastamın içinde mum kalmış. Aa hadi şunu yakıp üfliyim. Zaten bohem takılıyorum. Çekmecem kitli olduğu için yakamadım mumu. Kibrit çekmecedeydi. Anlatayım; kapımız hep açık, ben de içine çok para koyduğum için bir kitleyeyim dedim çekmeceyi. Anahtar kayboldu tabii ki. Alt tarafı pasta olmuş muma böyle bakakaldım peçeteyle tutup. Parayı niye çekmeceye koydum. Çünkü cüzdanı shuttleda unutmuştum.


Her neyse repeatteki şarkının 70. çalışını dinlerken arkadaşımın sözleri aklıma geldi. "Bir arkadaşına çok değer verirsen onu affetmen zorlaşıyor" demişti. Haklı diye düşündüm, telefonu kapatıp kafamı toplayabildiğim bir anda. O an hangi ayda olduğunu bile bilmeyen biri bile küçük şeylere çok takabiliyor. Gerçi ben o kadar küsmemiştim, azıcık ama olsun. Bu arada o arkadaşın arkadaşı da ne taş kız biliyor musunuz? Neyse bu konuyla ilgili daha çok düşünemiyorum.

Kendimi neden bira şişesi gibi hissediyorum? Çünkü bilmiyorum. Belki o soğukluk duygusunu o veriyor diye bana. Miller iyi pazarlama yapmış. Kendimi her an ürperir gibi hisseder ya insan... O ne lan! Ne biliyim ben insanın ne hissetiğini. Ben hissediyorum işte. Bir de biranın o yabancı tadı var ya hani. Şekerli değil, tatlı tuzlu değil bir garip hissettiriyor. Bir de yanında Kanyondaki Gurme burgerden blue cheese burger yediğinizi düşünün. İyice bir yabancılaşma içinde olabilirim işte şu an kendime. Hayalet gibi vücudumdan dışarı çıkıp dolaşacağım sanırım birazdan

Bir de daha facebuku açamadım bile. Telefondan anca kim kutlamış bakabildim. Daha böyle rituel halinde kim ne demiş, sonra özlediğin insanları ara , cevap yaz. Facebook'ta bir tek wall'a yazmayı bilip onu da yılda bir kere böyle topluca yapmak hoş birşey. Bir de arkadaşım demişti ki, böyle seni üzen birşey olursa susup karşındakinin anlamasını bekliyorsan bunu ona söyle demişti. Ben öyle cümleler kuramam ki ama. Neyse kurarım belki.

Ayrıca acilen ateş bulmam lazım. Bu mum yanacak arkadaş! Aha kaloriferin arkasında kibrit buldum! Üfledim! İyi ki doğmuşum ben! Pasta mumunun kokusunu çok sevdiğinizi farketmiş miydiniz hiç? Eğer kafamı toplayabilirsem, büyük, ünlü türk düşünürü Polat'ın dediği lafı düşüneceğim birazdan. "Sonunu düşünen kahraman olamaz" mış.


Hala çok iş var yapacak. Ben de, sembolik olmak gerekirse, böyle oturmuş buharlaşmayı bekliyorum birazdan. Hafifledim yine. Yeşil çay mı içsem?

Hıhı.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

War Zone!



Fenerbahçe yine alamadı kupayı, canlarım benim. Öyle üzüldüm ki yani şuracıkta ağlıciim. Trabzon'da da eline silahı alanlar "sıka sıka ilerliyorlarmış ".

The art of Çamaşır


Bosch, eko yaşama katkıda bulunacak fikirler arıyormuş. Ben de bu fırsatı asla kaçıramazdım elbette. Ucunda güzel ödüller de varmış! Onlara kendi geliştirdiğim ve odada hakim olan çamaşır politikasını anlatmayı düşünüyorum. Dikkat edin, bu verimli yöntemle yıl içinde tonlarca sudan tasarruf edebiliyoruz.

Yöntemimiz şu. Giyilip çıkarılan çamaşırlar odadaki armudun üstüne atılır. Çoraplar genelde yere atılır. Dolaptaki kıyafetler azaldıkça, yavaştan armuda dönülür. Zaten çok da kirli değillerdi. İç çamaşırları politikamızda biterse bitsin politikası uygulanır. Kullanılıp çamaşır sepetine(en alt çekmece) atılan iç çamaşırları çabuk bittikleri ve yeniden kullanımları çok temiz olmadığı için bittikleri takdirde mayoya geçilir. Birkaç gün o şekilde idare edilir. Ardından giyilmemeye başlanır.

Çoraplarda şöyle bir yöntem izlenir. Çorap bittiğinde, daha önceden yere atılan en eski çorap alınır. Çok bilimsel yöntemlerle(burnuna götürme) temizliği onaylandıktan sonra yeniden giyilir. Bu devr-i daim de çamaşır sisteminin önemli bir parçasıdır. Can Yolu olarak adlandırabileceğimiz bu sistem dünyamıza büyük katkı getirebilir.



Unutmayalım, küçük değişiklikler büyük farklar yaratır...

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Sabancı Ödevcisi


Saat 4ü 5 geçiyor. Odama uzak bir yurdun uzak bir studysinde laptoplarda paso birşeyler yazıyoruz Sabancı Ödevcileri olarak. Hatta bu yolda bir zayiat vermişiz, proje arkadaşlarımızdan biri 2 koltuğa uzanmış yatmış, üstünü örtmüşüz. Arkada da hafif müzik açık. Yani bir de şu kadar ameleliğin 3 puan için olması acayip moral verici. Sabancı Ödevcisi böyledir işte!

Ben artık yeter diyerek balkona çıktım sonunda. Baktım gölün oralar sisli harika bir manzara var. Biraz baktım. Sonra gözümü kapadım. Ve gözlerim kapalı Şekerpınar'ı dinledim. Şöyle şeyler duydum:
1) Akşamcı ördek ve kazların sesleri. Vak vak vak ilk bu farkediliyor.
2)Rüzgarın hafif esintisi ve ağaç hışırtısı
3)Otoyoldan gelen araba sesleri
4)Çok çok az cır cır böceği sesi
5)Bir yerlerden anlamadığım çat çut metal sesleri
6)Tabii ki o saatte okula gelen bir arabanın sesi(gözüm kapalı farını bile farkettim)
7) Kuş sesi 20 dk sonra gelecek daha o kadar sabah olmadı
8) Vee tabii ki, Whuuuuuu şeklindeki Sabiha uçağı sesi

Böyle işte. Sonra arkadaşımızı uyandırıp. Yarın devam ederiz dedik. Uyumaya gittik.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Çikolataya aşık olmak


Ben çok rüya görürüm. Öyle böyle değil. Uyanırım su içmeye, sonra kaldığım yerden rüyaya devam ederim. Genelde bu denli rüya görmekten sabah başım ağrır ama güzel rüya gördüğüm zaman da film izler gibi olurum ve çok eğlenceli olur. Evet maalesef kafam sadece geceleri çalışmayı tercih ediyor! Üzgünüm ama yapacak birşey yok...

Biraz önce de hoş bir rüya gördüm. Biraz önce dediğim 13.10 civarı kalktığım için yakın bir zamanda bitti rüyam. Evet rüyamda çok fazla çikolata gördüm. Hem de çok fazla çikolata. Ve neredeyse hepsini yedim çikolataların. O kadar güzellerdi ki. İçinde her çeşit çikolatanın bulunduğu altı tane rengi solmuş, ince, işlemeli gümüş tabak vardı. Annem çikolatayı yan tarafta yeni açılan çikolatacıdan almıştı.

Bu arada unutmadan, rüyamın çözünürlüğü o bayıldığımız Chocolate filminin renkleri ve çözünürlüğü ile aynıydı(Neden acaba!). Daha iyi gözümüzde canlandırabiliriz bu şekilde rüyayı. Çünkü ben arada siyah beyaz veya Hatırla Sevgili flashbackleri gibi sarı tonlarda veya düşük çözünürlükte rüyalar görüyorum. Öyle değildi.

Birinci tabağa hasretle baktım ve ilk önce kahve dünyasında da satılan içi böğürtlenli olanı ağzıma attım. Her zamanki gibi mükemmeldi ama işte bildiğimiz gibiydi. Çikolataları birer birer denedikçe, içimdeki melun kıpırtı yukarı çıktı ve kalbim çarpmaya başladı.

Denedim denedim... Tabakların yanında dumanı tüten sıcak çikolata fincanları. Yoğun kakaolu çikolatalar. Sütlü ama üzerine kakao tozu bulanmış olanlar. Çikolata kaplı ananaslar. Ve dolgulu olanlar! 3. ve 4. tabaklarda dolgulu olanlar başladı ve içim gerçeken tuhaf olmaya başladı. Allahım! İçleri ağzımda eriyip eriyip daha sert dışlarına yer bırakıyorlar. Onlar da acayip içli ve duygusal bir ben bırakarak parçalanıyorlar ağzımda. Krema dolguları, çikolata dolguları, karamel dolguları, vişne dolguları. Bana 20 dakika gibi gelen bir sürenin ardından çikolataları aklımdan çıkaramamaya başladım.

Nereye baksam onları görüyordum. Sert olanlar yumuşak olanlar, üstünde eski Aztek uygarlığı resimlerine benzer işlemeleri olanlar birbirini kovalıyordu. Birazdan şaraplar da açılmaya başlandı. Ama yumuşacık meyve şarabı tadında, çikolatayla bütünleşmiş ağzı hiç yormayan şaraplar. Öyle birşey olsa adına gül şarabı derdim. Ama gül reçeli gibi değil bu; karıştırmayın lütfen. Tadının gülle falan alakası yok. Sadece tadını alınca aklınıza gül geliyor. Bu arada ben, Çin restoranlarında verilen bilmeceli kurabiye şeklindeki bir çikolatayı kırıp ağzıma attım.

Hani şu hayatta en çok aşık olduğunuz kızı/erkeği düşünün. Benim oda arkadaşım gibi aşk diye bir şeyin olduğuna inanmayıp dalga geçen arkadaşlar, siz de yattığınız en güzel kız/erkekle, ardından yaptığınız sarılıp uyuma aktivitesini düşünün. O da olabilir, bir sorun çıkmaz. Etraf işte o aşkın yaşandığı anlardaki gibi ışıldamaya başladı birden. Burnuma taze biçilmiş çimen ve heryerde açan çiçeklerin kokuları gelmeye başladı. Ve Ege kıyılarına bütün kışın ardından ilk gelişinizde, taa denize uzak otoyoldan aldığınız zeytin-deniz suyu karışımı kokusu da geldi. "Yanımda olsan bile özlüyorum seni çikolata!" gibi hislerim geldi.

Ben böyle Leyla olmuşken, yan kadrajda oturduğum koltuk uzadı ve 10 metrelik bir gece klübü kanepesine dönüştü. Ve yanlarda oturan abim ve arkadaşları belirdi. Bu arada benim abim yok. Ne alakalar ben de bilmiyorum. Ben onları takmadım tabii ki. Halen havada, olmayan hafif esintinin keyfini çıkarıyorum ama içerdeyim ne esintisi yani. Bahar zamanı yüksek basınç sistemi gelince hani kendinizi çok pozitif hissedersiniz. Hava mükemmeldir ya, ben de öyle sanıyorum odanın basık havasını. Ağzımın her yerinde erimekten bir hal olmuş dolgular, CNN Türk'teki şişko amcanın damak çatlatan lezzet lafı ilk defa anlamlanıyor. Aşk bu olmalı!


Düşünmeye başlıyorum. Tabii rüya olduğunun farkında değilim o an. Yahu ne kadar çok çikolata yedim. Bunlardan sonra nasıl kilo alacağımdan haberim var mı benim? Kendime söylüyorum bunları. Ya o kadar çikolata yedim ki çünkü. O tepeleme dolu altı gümüş tabağın her birinin dibi görünüyor. İçlerinde tek tük çikolata kalmış.

Bırak diyorum sonra içimden. Ona değer. O benim canım. Toblerone halt etmiş benim çikolatalarımın yanında. Ve bu çikolatacının adını öğrenme isteğiyle yanmaya başlıyorum.

Acaba o da filmdeki gibi tatlılıktan ölen bir hanım mı? Çikolata aşkım yavaş yavaş ona kaymaya başlıyor. Ama ya yaşlı bir amcaysa? Bir an önce öğrenmek gerek! Annemi alıp, beni çikolatacıya götürmesini söylüyorum.

Evden çıkıyoruz. Ve birden kendimizi Bağdat Caddesi'ne giderken buluyoruz. Aa havaifişekler patlıyor yukarıda. Ama sesleri bir garip. Birden o havada patlayan şeylerden düşen 1 metre çapında havaifişek renginde yanıp sönen toplar etrafa düşmeye başlıyor. Oha! Yok artık uzaylılar mı geldi bu mudur? Ve kaçmaya başlıyoruz. Bu ikinci kısım çok uzun ve acılı olduğu için anlatmamaya karar verdim..

Uyanınca ilk rüyamı hatırlamak da birkaç dakikamı aldı aslında. Ah çikolata güzel çikolata. Senin adın herşeyden güzel. Kutsal birşeysin sen. Sana balkonda serenat bile yaparım yani. Bu arada aklıma geldi. Shakespeare'in adı nasıl doğru yazılır? İlk önce Shake yazarız. Ardından Spear, yani mızrak, ya da Britney Spears'ın Spear'ı. Sonuna da bir 'E' ekledik mi oldu size Shakespeare. Ne güzel adı var adamın yahu.



30 Nisan 2010 Cuma

27 Nisan 2010 Salı

Ne krizi lan! Bizden rahat bunlar



Resimde gördüğünüz, tavernada bunny şeklinde dans eden kızımız. Olay işlek bir caddede geçiyor, bir nevi Nevizade-Çiçek Pasajı ortamı. Dansözden daha başarılı bence.
Önce bir önbilgi. Sevgili komşumuz Yunanistan bilindiği gibi krizde. Kayıtdışı ekonomi, Yunanlı kardeşlerimizin tasarruf sevmemeleri ve özellikle vergi deyince sizden buz gibi soğumaları krizin nedenleri arasında sayılabilir. Tabii bu yozlaşmalar bize pek yabancı değil ama başka 50 türlü nedeni daha varmış krizin. Şu andaki durumları da çok fena yani, allah beterinden saklasın ama amcamlar öyle böyle g..e gelmemişler. Zaten bunlar çok konuşuldu ama ben bu konuyu çok sevdim onun için bir yazı daha gider buna ama esas konumuza yaklaşırken şunu diyeyim. Geçen günlerde bail-out istedi Yunanistan. Ekonomide bu terim batıyorum kurtarın beni anlamına geliyor. Sırf bu sene için 30 milyar euro yardım istemişler. Avrupa'da da bu "financial aid" olayları ülkelerin gelir dağılımına oranlanarak yapılıyor. Yani en çok BMW'yi satan en çok yardımı yapar abi, biz de satsak biz de yapardık, ama işte...

Şimdi, Bild gazetesi bu olayı manşet yapmış ve acayip sallamışlar Yunanistan'a. Resmen de kamuoyunu oluşturmuşlar 2 günde. Yunanistan'daki yozlaşmayı bir güzel işleyip, "parayı verelim mi?" anketleri yapıp üstüne de muhabir göndermişler; Yunanistan'da kriz var mı git bak diye. Adam da tabii ki gitmiş gece klüplerine barlara, burlar ful çekiyor diye bildirmiş. Üstüne cumartesi gecesi alem yapıp rulet oynayan zengin Yunanlılarla konuşmuş. Valla bizde bu kadar gezmiyorlar demiş ve sonra oradaki emeklilerin durumunu incelemiş. Bunların emeklisi bizden iyi durumda diye çıkarımını yapmış. Tahmin edersiniz bunla yetinmeyip cafede oturan kafası güzel bir Yunanlıyı kafalayıp muhabbet etmiş ona eski para birimlerini(Drahmi oluyor o) gösterip, adamdan "biz drahmiyi çok özledik o drahmileri ver sana Euro vereyim " diye demeç alıp Bilmemne bilmemne (58) diye bir güzel döşenmiş. Üstüne burada kimse bana fiş kesmiyor diye de bol bol ağlamış. Onu da takside fiş kesmek istemeyen adamdan çıkarmış onun adını da yazmış bir güzel.

Sonunda bunlardan adam olmaz, haketmişler işte zaten kriz de yok alemlerdeler diyerekten sür manşete Yunanistan için "dipsiz kuyu" sıfatını kondurmuş gazetesine. Populizmin bu kadar da allahını yapabilmiş olmalarını elbette takdirle karşılıyoruz. Gerçi baya eğlenceli olmuş. Aslında amaç belli. Yunanlılara gurur yaptırıp istemiyoruz paranızı dedirtmek. Sonra da Yunanistan başının çaresine bakar, harcarken bize mi sordular sanki! Hatta madem çok özlediniz eski paranızı, eurodan da çıkın diye zarf bile atmışlar.


Yarın da büyük ihtimalle Yunan Dışişleri Bakanı çıkıp küstahlar der. Başbakan da, sayın Şansölye bu hepimizin sorunu diye kapısında yatmaya devam eder. Politika bildiğimden değil ama akıllı adam dara düşünce bir noktaya kadar gurur yapmalı o yüzden. Almanlar parayı verir mi bilmiyorum ama dışarıdan bu olayları izlemenin verdiği o keyif insanda biraz suçluluk duygusu yaratıyor onu biliyorum. Lakin vatandaşları grev yapadursun, fena yatmışlar. Ayrıca bana kalırsa biz de Türkiye olarak samimi bir yardım teklifinde bulunmalıyız. Sonuçta yüzyüze bakıyoruz şurada. Nasıl olsa almazlar. Ama en azından hoşluk olurdu.

14 Mart 2010 Pazar

Kaçın Geliyorlar!!!




Güzel ülkemin insanlarında harbiden kafa yok! Neden hayatında bir kez olsun keyfini çıkartamazsın ki bir şeylerin. İstanbul Büyükşehir Belediye-Diyarbakır maçında 87. dakikada 30-40 Diyarbakırlı sahaya dalmış. Futbolcuları kovalamışlar. Zaten 1-0 geridelerdi bari tam olsun, iyice battılar. Tabii maç tatil oldu. Futbolcular ucuz atlatmışlar. Ortalık da fena karıştı. Yarın her gazete yarım sayfa kritiğini yapacak, koca koca saha içi 'savaş' resimleriyle verecekler bunu. Futbol Federasyonu'nun "Futbol müsabaka talimatı" denilen kural kitabına göre 2 maçı güvenlik nedeniyle tatil ettirdiği için Diyarbakır %90 küme düşürülecek. Olan da zavallı futbolculara ve futbolseverlere olacak. Bunu yapanlar futbolseverler değil haliyle. Diyarbakır'ı bu ülkenin liginde istemeyen gruplar. Pek tabii yaptıkları yanlarına kar kalacak ve amaçlarına ulaşmış olacaklar. Bunlar factlerimiz. Bunların yanında "hadi defolsunlar", "bu ligi haketmiyorlar" vb. diyen bir de tiplerimiz var.

2016 Avrupa Futbol Şampiyonası adaylığımız tehlikeye girermiş! Bana kalırsa '2016 Avrupa Futbol Şampiyonası adaylığımız' yerin dibine batabilir. Kocaman bir şehrin normal, insan gibi yaşamasına, sevinmesine, keyif almasına herkes bu kadar karşıyken 2016 hiç de önemli değil bence. Yanlış anlaşılmasın küme düşürülmelerine gerçekten karşı çıkamıyorum çünkü aksi takdirde birileri ölecek. Ama başka bir çözüm bulunması gerekiyor. Açılım mı yapıyorlar ne yapıyorlarsa yapıp bu işlere bir çare bulsunlar. Diyarbakır'ın insanları gelinlik çağındaki kızlar gibiler şu anda. Kötü kalpli babaları, ağabeyleri değil evlenmek, dışarıya çıkmalarına bile izin vermiyor. Damadın da pek umurunda değiller. Anca güzel güzel laflarla geçiştiriliyorlar. Ben de üzülüyorum böyle olunca. Taş gibi de takım olabilirdi Diyarbakır hani! Biraz istikrarla ne canlar yakardı...

11 Mart 2010 Perşembe

Moral insanı

Moral bozulduğunda etrafta kimse olmuyor ya. Sinir oluyor insan. Saçma sapan ödevler projeler herkeste. 1000 kişiyi ararsın birşeyler yapalım diye, hepsinde ayrı bir atraksiyon. Tam da üzgün bezgin haline denk gelir. Her neyse insan sinirleniyor tabii ki. Oysa ki siz birisinin morali bozulunca çat diye gidip şirinlikler kahveler çikolatalar götürürdünüz. Magazin eki yazarı gibi oldum valla. Her neyse tabii siz o anda aynı ilgiyi bulamayınca hemen bir sorgulama sürecine giriyorsunuz. Ben girerim arada sizi bilemem. Hemen benim aklıma şey gelmişti. Hani Secret ve türevi kişisel gelişim kitaplarında insanlara fedakarlık falan yapmayın diyorlar. Bencil ol, kendini düşün çünkü bu yüksek değer göstergesidir. Öyle olunca bütün evren peşinizden koşar. Ama ben o arkadaşlarıma fedakarlık yapmamıştım ki. Yani ben de işimi gücümü bırakıp o morali bozuk arkadaşla takılınca fedakarlık yapıyorum ama mutlu da oluyorum. Çünkü ben de dünyayı kurtarmıyordum hani. Ben de eğleniyorum yani. Her neyse bu çatışmayı çözdük. Şimdi durum ne? Hah. Moral bozukken ne yapılır. Eline bir elma al. Ve dışarı çık. Ayağın seni nereye götürürse oraya git. Cafeye falan götürürse dal tanıdıkların yanına. Yoksa git basket falan oyna. Adrenalin mutlu eder. Daha sonra çok iyi olursun. Bir de sinirlilik iyi değildir. İyi günler..

14 Şubat 2010 Pazar

Prob ve istatistik!




'... Acaba hayatımızın, veya hayal kurduğumuz zamanların ne kadarlık bir kısmını şarkı dinleyerek geçiriyoruz? Anlatım bozukluğu oldu ama neyse. Ben yazınki halimi istiyorum. Birazcık 'messed up' , hüzünlü ama boş halimi. Yazın, olacakları başarılı bir şekilde tahmin ettiğim için kendimi kutluyorum. O anki boşluğumu, başıma buyrukluğumu ve şu ankinden farklı özgürlüğümü arayacağımı öngörmüştüm. Sınav dönemlerinde ve proje haftalarında (son 2 gün) o zamanları özlüyorum. Her ne kadar, her bulunduğum durumda, önümde beni bekleyen dönemin aradığım mutluluğu getireceğine dair umudum sürse de, yaşadığım şeylerin kıymetini anlayacak olgunluğa eriştim. Yani eriştim derken o çıtayı geçtim. Altına inip üstüne çıkıp takılıyorum öyle.

Sınav dönemleri beni ve benimle birlikte herkesi ilginç duygular kaplıyor. O duyguların hepsini düşünmeye üşendim şimdi ama onlardan en baskın olanı bence korku. Sınav zamanları aslında çalışma ve soru çözme yüzünden büyük bir baskı yaratsa da asıl yoğunluğu kafamızın içindeki sınav korkusu ve endişesi yaratır. Yarınki prob sınavının şu anda yarattığı gibi. Aslında korkmak, hoşlanmadığım ve mümkün olduğunda engellemeye çalıştığım bir duygu. Belki kendimi rahat bırakmalıyım. Şarkılarımın beni hissettirdiği gibi rahat olayım ben yine. Böyle de atarım korkuyu işte!...'


Bunu yazalı 1 buçuk seneye yaklaşmış. Ertesi güneydi prob sınavı sanırım. Çalışmayı bırakıp, odada müzik dinlerken stresimi alsın diye karalamışım biryerlere ve unutmuşum. Azıcık uçukmuşum belki o saatte. Güzel günlerdi o günler. Pek birşey bilmeden şirin dostlarları çağırıp beraber çalışırdık. Onlar da pek bilmezdi birşey. Boş boş bakıp sorulara, en kolaylarını çözüp 'oha süperiz!' çekerdik. Fakir ama mutlu olmak gibi birşey bu. 90lı notlarımız yoktu belki, tam puan quizlerimiz de. Ama eğlenmiştik de. Her sınavda patlamamıza rağmen çok mutsuz değildik hiç. Dersin hocasını da hiç sevemedim zaten. Kendi halinde adamcık ama 50 metre yakınına gitmem hala, az çektirmedi.


Adam çok net Ferrari alamazdı ama kırmızı Ferrari'si varmış deyip geyik yapıp gülerdik arkadaşlarla. Hatta şöyle 90 model klasikimsi bir Ferrari hayal ederdim ben. Nasıl bir kompleksse artık...

Sports Rule!!


Aslında "Baskteball Rules!!" diyecektim ama diğer sporları da katabiliriz işin içine. Spor müsabakalarını izlemek dünyanın en keyifli işlerinden biridir. Şuradan biliyorum, izlerken pek keyif almayabilirsiniz çünkü. Arada birkaç dakikalığına kanal da değiştirebilirsiniz. Ama oyunun geneli mutlaka takip edilir. Ve belki bittikten 5 gün sonra çıkmaya başlar keyfi. Tıpkı dağcılık gibi, tatile gitmek gibi. Gerçi bir tarafı gerçekten tutuyorsanız biraz 'kör gözüm parmağına' durumu söz konusu. Oyunu açsan bir türlü açmasan bir türlü. Hayatta keyif alınmaz zaten unutun baştan onu da.

Kız erkek farketmez, eğer tuttuğu takım varsa, hastanın sabahı beklediği gibi bekler insan maçın bitimini (istisnalar olsa da). Ne anladım ben öyle oyundan! Gerçi onun heyecanı bambaşka ama bilseniz hiçbir tarafın tutulmadığı maçlar öyle keyiflidir ki... Üzerinizde hiçbir baskı yok. Çekişme arttıkça stres değil heyecan artıyor artık. Güzel hareketlerin keyfi çıkıyor. Bu karmaşık duruma literatürde 'seyir zevki' adı verilmiştir. Ve senenin en büyük seyir zevki olayı da gelip çattı bile. Bu kadar merak unsuru ve alakasız konuşmanın ardından gözlüğümü çıkartıyorum ve karizmatik bir bakışla söylüyorum.


"I'm talking of course, about the All-Star game!" 50 yıldan fazladır NBA'de Doğu karmasıyla Batı karması maç yapıyor. Dünyanın en iyi oyuncuları, inanılmaz zor hareketleri, yaratıcı pasları ve smaçlarıyla deli eğlenceli bir 2 saat geçirtiyorlar izleyenlere. Maç bu pazar (Dallas'ta). Tabii bizde pazartesi sabaha karşı 4-6 gibi bir aralığa denk geliyor başlangıç ve bitişi. Onu izleyin diyemem ama ertesi gün NTV'de 8 gibi tekrarı verilecek, kesin izleyin. Özellikle kızlar da izlemeli bence. Sevgili kız insanları, soğuksunuz demiyorum ama yine de basketbola ısınmak için harika bir yol bu. Geçen sene buraya gelen Bolşoy'un yaptığı Kuğu Gölü'nü izleyip baleyi sevmek veya Amadeus'u izleyip Mozart'a ısınmak gibi birşey.

Çok öyle hırgür de yok bayağı geyik geçer maçlar. Yorumcular da gayet medeni ve esprili insanlardır. Sporu da basketbolu da sevelim hepimiz yani. Yeni şeyleri tanıyıp sevmek ne güzel bir deneyimdir çünkü!

8 Şubat 2010 Pazartesi

Biraz şehri gezdim (2)


Parktan yukarı doğru çıkarken etraftaki büyü yavaştan kaybolup sevimsiz kirli camekanlı yapılar başlayınca biraz kötü hissettiriyor insanı. Işıltılı yerler hep eğlencelidir. Onlardan şaştığımız için suçluluk duymamalıyız. Asıl suçluluk duymamız gereken şey buraya kadar aç gelmemiz. Nişantaşı yemek yenecek yer değildir çünkü. Mağaza bakılacak, bir şeyler içilecek yerdir Nişantaşı. Burada yemek yerseniz yemeğin tadını alamazsınız gibime geliyor. Çıktıkça öğreniriz. Aslında itiraf edeyim, bu kadar anlatıyorum ama pek de aşina değilim o mekana. birkaç kez gittim sadece. Oraları ilk gördüğüm haliyle anlatacağım. Biraz daha yukarıda yol bir anda genişleyiverdiği için hafiften rahatlıyor insan. Geniş bir dörtyol ağzı burası. Hemen sağınızda İTÜ'nün Maçka kampüsü var. Hazırlık ve İşletme dersleri burada veriliyormuş.


Sanırım endüstri mühendisliğinin de birkaç dersi burada veriliyor. Her neyse bina son derece havalı bir bina. Taştan yapılmış ve ve Yunan tapınaklarına benziyor. Klasik Amerikan stili yani. Dışarıdan taş süslemelerle falan acayip ihtişamlı ama içeriye girince de bir o kadar kasvetli ve işlevsiz bir bina. Amerikan ve Alman okullarında da genellikle bu tarzda binalar bol bulunur. Sağdan yürümeye devam edebiliriz. Daha kısa yollar da mümkün ama ben buradan gitmiştim başka yol bilmem. Hala yorulmadığımıza göre içimizdeki alışveriş canavarı yavaş yavaş gün yüzüne çıkabilir. Çünkü çok şirin ve elit binalar başlıyor artık. Merkeze yaklaştık.

Hani Osmanlı'nın son dönemlerinde zengin İstanbul'luların yaşadığı apartmanlar vardır. Camekanlarında da tahmin edebileceğiniz üzere Yahudi, Ermeni veya Rum olduğunu bilip hangisi olduğunu bilemeyeceğiniz isimler olan son derece estetik binalar bunlar. Eskimiş ama çok güzel eskitilmiş yerler. Takdir ede ede yukarı yürümeye devam ediyoruz. Bu arada arabalar da giderek değişime uğramaya başlıyor. Genel bir parlamanın yanısıra, küçük olanları alçalıp grileşmeye, büyük olanları ise yükselip siyahlaşmaya başlıyor. Birazdan Teşvikiye Camii'ne geleceğiz ve eğer bir cenaze olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.

Buranın her zamanki hali bu. Eğer cenaze olsaydı çok önceden anlardık. AutoShow'a dönüyor çünkü etraf!