27 Mayıs 2010 Perşembe

Saç!



Sevgili bu blogu okuyanlar, allah belasını versin saçlarımın. Bu kadar mı kıl olunur yahu! Ya bir saç bu kadar mı şişede durduğu durmaz, illa ki aptal şekle bürünür yahu. Şu hayatımdan yıllarımı yedi bu saç. İyi bakınca da kabarır, iyi bakmayınca zaten kabarır, delirdim şurada yemin ediyorum.

Aslında herşey çok masum ve güzel başladı. Küçük Can da bir kısım Türk çocuğu gibi sapsarı ve ipek saçlıydı minicikken. Hep de Amerikan traşı yaparlardı, evet her özenti anne-baba gibi, ama çok yakışırdı bana. Asil asil dolanırdım biryerlere kaçmadığım zamanlarda. Amerikan traşı dediğim hep öne düşen, genç Beckham stili oluyor. Babamın derinliklerinden gelen Balkan genleri sağ olsun böyle güzel bir saç olamaz yani. Resimlere bakarak da onayladım bu düşüncemi çokca. Lakin, taa o zamanlardan, küçük Can elindekinin kıymetini bilmeme hastalığına yakalanmış ve sarı saçlarımı beğenmez olmuştu bile. Niye ben de arkadaşlarım gibi siyah saçlı değilim ki yani? Şu anda 5-6-7 yaşlarındayım. Rezalete, 'comformist' liğe bakar mısın?

Bir tek de bu hıyar dileğim kabul olmuştu. Ne uçağım, ne uzay gemim, ne de havada rahatça 3 takla atma yeteneğim! Böyle hıyar dilek mi olur ya. Ama oldu işte! Annemin Anadolu'nun bağrından kopup gelen genleri kaderimi devraldı ve siyaha dönüştüm. Ee tamam dönüştüm. Niye saç tellerim de incelip sertleşiyor güzel kardeşim. Yok ya Türk saçları gitsin Avrupa saçları gelsin yeter artık!

Her neyse, ilkokulda o güzelim saçlarımdan eser yoktu ama çok problem yaşamıyordum. Tabii artık Amerikan'ın gerektirdiği gibi önüme düşmeyen saçlarıma, oyuncaklı berberler tarafından yarım-Amerikan reva görülmeye başlanmıştı. Yıllar geçtikçe berber olayım baba berberi, arkadaşın önerdiği berber, yeni keşfedilen berber ve pahalı berber arasında gidip gelmeye başladı ve hala istikrara varamadı. Ama büyüdükçe saçlarım kabarmaya ve kabarmaya devam etti. Berbere gitmeye de çok üşendiğimden mütemadiyen sıkıntı doğurdu saçlarım.

Yine yıllar geçti ve ben lise sona geldim. Ya bu arada ben öyle görüntüsüne çok takılan bir adam değilim yani çok düşünmem. Peki ne düşünürsün sen Can? Valla birşeyler düşnüyorum ama ben de çok bilmiyorum. Hatırıma gelmiyor... Evet, şu anda lise sonum. Dershaneye gidiyorum. Çok da seviyorum oranın ortamını arkadaşlarımı falan. Hala da görüşürüm bir kısmıyla. Orada bir arkadaşım vardı işte. Bu bayın saçları resmen hayvan gibi uzundu. Nasıl desem belden bir karış yukarıya kadar. Önceleri nasıl kıskanırdım bilemezsiniz. Bunların Mekteb-i bilmemnelerinde son sınıflara ağa muamelesi yapıyorlarmış o yüzden bu da misler gibi uzatmış. Sevgili Koç'umuzda 5 cm saça Kurtköy berberinde bulurdun kendini.

İşte onu kıskanarak başladı maceram. O sıralar da kabarırdı saçım ama uzatınca geçeceğine inanırdım. Çevremdeki herkes de bu işin uzmanıydı. "Ya ilk başlarda illa ki problem yaşıcaksın saç uzatma böyle bişii. Ama takılma o sıkıntılı dönemi atlatınca gayet forma giriyor. Ama kırıkları aldır arada haa!" Kafam girsin o kırıklara! Ne o? Hiç birşey de olmadı işte! Neyse daha oraya gelmedim. Ben de saçımı uzatmanın hayaliyle yanarken, ÖSS geldi, geçti ve ben yaz öncesi son kestirmemi yaptım. Bu kısım gayet normal, tüm erkeklerin post-ÖSS süreci.

Aslında sonrası da normal olmalı. Saçı uzatırsın. Tipine gider, gitmez, at kuyruğu yaparsın, herkes kısa daha iyiydi der. Ya da güzel olur. Öyle gider hevesini alırsın. Ama ben? Ben heves meves almadım. Çünkü gerizekalı şey, bu kadar mı kötü uzanır. Saçımın altında bir tek bataklık eksikti. Nasıl bir sarmaşık, nasıl deve dikeni bir saç. Bakın bu çok ciddi şaka yok, yağmur suyu değemezdi kafama. Afronun bile bir estetği olur, olmaz ya, birazcık olur, yok! Yukarı doğru uza , uza. Yer çekimi dinleme. Birbirine gir. Tesadüfen aynı anda uzatmaya başlamıştık saçları bir arkadşımla. Onu liseden de tanıyordum ve fresh yılında birlikte takılırdık çok. İşte onun saçı Troy filmindeki Achillus gibi olmuştu, benimki de g...m gibi olmuştu. Ya kimsenin güzel saçında gözüm yok daha çok versin tanrı. Ama benimki de böyle olmasaydı. Ne üzülmüştüm biliyor musun saç? Ne hayallerim vardı seninle ilgili.

Beni hep yarı yolda bıraktın. Her günüm bad-hair day oldu senin yüzünden. Şu anda da gölün orda yine konser var sanırım. Okul grubu konserinde birileri böğürüyor. Ya onu söyleyeyen metalci, bak inşallah göle düşersin o mikrofonla anladın mı beni. Hayat boyu acı çek anladın mı! Evet işte her günüm bad-hair day oldu hiç bir türlü bakım, bililmum kadın şeyleri ve shampoolar da seni yola getiremedi. Hala taranmıyorsun. Bir de strese girdiğim zamanlarda dökül. Strese girdiğimi hatırlat. Tapıyorum sana. Sapığınım yani.

En iyisi kısalt kurtul değil mi? Değil işte! Hem çabuk uzuyor, hem de ben berbere gitmeye üşeniyorum. Ayrıca saçım çok gür olduğu için orasından burasından fırlıyor ve anında düzensiz uzama evresine giriyor. Gerçi bu konuda tek kelime etme lüksüm yok. Bu sefer kesin kel kalırım. Böyle işte saç. Hep şu resimdeki gibi olsan da hiç sorun çıkartmasan bana. Saç konusunu bilen varsa da bana anlatsın bir iki şey...

21 Mayıs 2010 Cuma

Have Fun Pliiz!


"Yurdun dört bir yanındaki mühendislik öğrencileri olarak bu sene de bahar şenliklerine gereğinden fazla anlam yükleyeceksiniz.." demişler Zaytung'un astroloji köşesinde. Hohahaoaodsfkslklklkkdj. Acayip güldüm buna ben sevgili okuyanlar(bu da inananlar gibi oldu). Yazık lan! O kadar da vurmasaymışlar bize. Eğlenmenize bakın ama ne olur çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu bu çok sevgili grup. Gidip içkinizi alıp müziğinize bakıp arkadaşları ziyaret edin. Çok sıkılırsanız gidin kafa dinleyin azıcık. Valla dalganıza bakın ne olacak yahu.

Ayrıca zaytung kardeşim bu arkadaşları bir de tatil köyünde görmeliydi. Eğer bu bloga smayli koymama prensibim olmasa 10 parantezli gülücük kondururdum o derece yani. Evet neyse şimdi bahar şenliklerinde keyif almanın yolları nelerdir? Böyle içkili-localı basık disko ortamları değil dikkatinizi çekerim çünkü oralarda içki komasına girmeden eğlenebilmenin sırrını daha ben de çözemedim.


Ya şöyle bir liste yapacaktım ama harbiden nelerdir ya şenlikten keyif almanın yolları? Ben genelde baya keyif alıyorum ama canım çabuk sıkıldığı için ya kendim kaçıyorum bir saat ya da bir arkadaşı yanımda götürüyorum. Çok da böyle bir tazelenmiş olarak geri dönüyorum ardından. Ayrıca güzel kardeşlerim, hoşlandığın birine illa da şenlikte açılınacak diye birşey yok. İyi ve eski bir arkadaşım olan baya güzel bir kız mühendis arkadaşım şenlikteydi bir keresinde. Birisiyle ilgili planları vardı bizim okula gelirken. Ama adam da haklı olarak yanındaki 5 erkekle beraber paso nargile içip karı kız muhabbeti yapıyordu. Kız yapamadı birşey yani.

Eğer erkekseniz işiniz daha zor. Tamam kız istediğinde çok ustaca bir hamleyle gönderebilir tüm kızları yanından, ortamı istediği gibi de yönetebilir. Böyle böyle ortamlar turnasol kağıdıdır biraz ona da kabul. Ama ya kızın sizden haberi yoksa çok? O gerizekalı arkadaşları (allah belalarını versin diyeceğinizi biliyorum ama onlar da ne yapsın başka işleri güçleri yok!) her daim nöbette beklerler. Vatan toprağı savunur gibi savunur, sakınırlar gruplarının güzel kızlarını sizden, biliyorum. O an dünyadaki en 'medeni cesur' adamı bile olsanız işleri boka sardırabilirler ki yaparlar. Üzmeyin kendinizi.


Siz de sabah derse giderken şöyle içten hoş bir gülersiniz ya da yolda, caddede görüp aptal bir soru sorarsınız adıyla beraber. Yemin ediyorum, bakın 2 haftada nasıl satıyor bütün o kısa boyluları. Siz de, kızla gezerken başsız kalmış, yalnız, iç çatışmalarından boğulan zavallı arkadaşlarının hallerine bakıp tabii ki de gülerken beni anarsınız(buraya da smayli iyi giderdi ya).

Evet bu değerlendirmeden sonra önemli birşey daha. Bu da daha çok kızlara gelsin. Özellikle şenliğin en yoğun olduğu zamanlar, bizim okulda cumartesi 5-9 arasıdır mesela. Bu gibi anlar "bütün o kalabalığın içinde bile yalnız" triplerine girebileceğiniz, kötü ses sisteminden gelen ve kalabalığınki ile birleşen gürültünün içinde her an soyutlananabileceğiniz çok tehlikeli anlardır. Ya allah korusun, bir anda dalıverirsiniz derin düşüncelere, hayallere. Ben neden hep hata yapıyorumdan girerek bütün hayatı öyle bir sorgulamaya başlarsınız, öyle bir detaylı tararsınız ki bir anda bütün yaşamınızı, siz bile şaşırırsınız. Ya bari illa yapacaksınız 'şuraya bak herkes mutlu neden bir tek ben böyleyim' e girmeyin, herşeyde anlam aramayın yahu. 'Ne yani bir şenlikte mutlu olamadın diye başımıza Nietzsche'mi kesildin lan p.....nk' derler adama! Erkekler için biraz farklı olsa da yoğunluk ve içerik açısından, genelde şablon aynıdır. Hüzünlenirsiniz boşu boşuna.

Onun dışında anlamsız boş işler yapın. Sevgiliyle gelmişseniz öylece yatın bronzlaşın ama düşüncelere dalmaya dikkat! Akşama da ateşli bir öpüşün ardından, insan gibi içmediğiniz için, vasat bir gece bekliyor ikinizi de. Ayrıca bu günü diğerlerinde çok farklı görmemeye çalışın gerçekten. Hani eküriyle konserde helölö diye dağıtmak sahiden zor geliyor olabilir. Yanlarında durup sessizce sallanmak da iyi olabilir. Ayrıca şu aktiviteler yok mu? Off kesin katılın hepsine. Parası batsın yani, oynayın paint ballunuzu, zıplayın yaylanma şeysinde, sıra olmadığı anları iyi kollayaraktan, her boka atlayın bence. Ben öyle yapmayı düşünüyorum.

Ayrıca istisnalar dışında hepimizin bir şenlik grubu vardır. Bütün sene az çok öyle takılınır ama bu grup her tür organizasyonda, partide, konserde birbirini bulur. 'Cidden mi?' dendiğini duyuyorum. Şu büyük yastıklarda oturanları biraz inceler misiniz acaba? Bir şenlikte ortalama 20 kez dağılır ve deforme olur bu grup. Ama sonunda kaderde asla ayrılık yoktur onlar için. Gün içinde ayrı dünyalara dağılsanız da, ki saat 7-8 civarı kaçınılmazdır bu, gece konserlerinde arkadaşlarınızı bulmaya bakın. 3 kişiyi bir araya getirin siz, bakın grup nasıl da toplanıyor anında. Konser sırasında arada çıkıp "naber yeeaa" dediğiniz arkadaşınızın yanında uzunca kalabilirsiniz. Korkmayın, bu saatten sonra grubunuz hayatta dağılmaz.

After party işlerini de yazayım diyordum ama onda çok fazla bir tecrübem yok. İşte sarhoş güzel biriyle hoş bir gece geçiriyorsanız da en güzel after party o aslında. Neyse. Benim de ne çok tecrübem var şenliklerle ilgili. Ama boru değil 8. sınıftan beri neredeyse hiç kaçırmadım o festleri. Hepsinde hazır ve nazırdık arkadaşlarımla. Çok da kaşarlanmış durumdayım Lise 3'ten beri bu konuda.

Son olarak Nietzsche nasıl yazılır? İlk önce Nietz yazıyorsunuz. Hani pek bir şeye benzemiyor. Niet, Rusçada hayır demektir, bir de z gibi düşünün. Ondan sonra schedule kelimesinin ilk 4 harfini alıyorsunuz. Bu harfler 'sche' oluyorlar. Ve oldu size Nietzsche. Bunun adı da çok boktan ama!





12 Mayıs 2010 Çarşamba

Neden Ya?!!


Millet gider Marilyn Monroe'yla kaçamak yapar, Carla Bruni'yle evlenir, hatta soylu olanları Grace Kelly'i bile kapabilmiştir. Bizim liderlerimiz de anca Emineleri, Hayrunisaları, Nesrinleri götürürler. Of ya!!!

11 Mayıs 2010 Salı

Durum yazısı



Gerçekten garip bir durumdayım yani. Hayatımın en zorlu yorucu günlerinden biri biterken odama yeni geldim. Bu kadar b.ktan bir günden, herşeyin ters gitmesinden, etrafta evsiz gibi uyuklamadaan sonra odama yeni geldim. Dünden kalan doğumgünü pastamı yiyorum loş ışıkta. Bir de bahar şarkısı açtım yabancı. Şimdi siz de açın. Daha keyifli oluyor öyle. Evet. Sanırım bugün kanıma giren ilk glikoz bu oluyor. Kendimi soğuk bir bira şişesi gibi hissediyorum.

İçimde çok çalışmış didinmiş ve sonunda birşeyleri başaramamış olmanın verdiği gurur yatıyor bu gereksiz günün ardından. Çok çalıştığım da nadirdir ayrıca. Huzur da doluyorum . Kafamda enteresan düşünceler var. Mesela biraz önce uyurken arayan arkadaşım. Onun da günü çok yorucuymuş. "Bir arkadaşıma azcık küsüm ama sinirli de kalamıyorum insanlara" demiştim mesajımda. Aradı konuştuk. O da bozuktu arkadaşına. Dedi ki, bana sorma oğlum ben hala konuşmuyorum bunla. Hımm hadi ya dedim güldük. Ama baya hoş şeyler söyledi bana.

Pastamın içinde mum kalmış. Aa hadi şunu yakıp üfliyim. Zaten bohem takılıyorum. Çekmecem kitli olduğu için yakamadım mumu. Kibrit çekmecedeydi. Anlatayım; kapımız hep açık, ben de içine çok para koyduğum için bir kitleyeyim dedim çekmeceyi. Anahtar kayboldu tabii ki. Alt tarafı pasta olmuş muma böyle bakakaldım peçeteyle tutup. Parayı niye çekmeceye koydum. Çünkü cüzdanı shuttleda unutmuştum.


Her neyse repeatteki şarkının 70. çalışını dinlerken arkadaşımın sözleri aklıma geldi. "Bir arkadaşına çok değer verirsen onu affetmen zorlaşıyor" demişti. Haklı diye düşündüm, telefonu kapatıp kafamı toplayabildiğim bir anda. O an hangi ayda olduğunu bile bilmeyen biri bile küçük şeylere çok takabiliyor. Gerçi ben o kadar küsmemiştim, azıcık ama olsun. Bu arada o arkadaşın arkadaşı da ne taş kız biliyor musunuz? Neyse bu konuyla ilgili daha çok düşünemiyorum.

Kendimi neden bira şişesi gibi hissediyorum? Çünkü bilmiyorum. Belki o soğukluk duygusunu o veriyor diye bana. Miller iyi pazarlama yapmış. Kendimi her an ürperir gibi hisseder ya insan... O ne lan! Ne biliyim ben insanın ne hissetiğini. Ben hissediyorum işte. Bir de biranın o yabancı tadı var ya hani. Şekerli değil, tatlı tuzlu değil bir garip hissettiriyor. Bir de yanında Kanyondaki Gurme burgerden blue cheese burger yediğinizi düşünün. İyice bir yabancılaşma içinde olabilirim işte şu an kendime. Hayalet gibi vücudumdan dışarı çıkıp dolaşacağım sanırım birazdan

Bir de daha facebuku açamadım bile. Telefondan anca kim kutlamış bakabildim. Daha böyle rituel halinde kim ne demiş, sonra özlediğin insanları ara , cevap yaz. Facebook'ta bir tek wall'a yazmayı bilip onu da yılda bir kere böyle topluca yapmak hoş birşey. Bir de arkadaşım demişti ki, böyle seni üzen birşey olursa susup karşındakinin anlamasını bekliyorsan bunu ona söyle demişti. Ben öyle cümleler kuramam ki ama. Neyse kurarım belki.

Ayrıca acilen ateş bulmam lazım. Bu mum yanacak arkadaş! Aha kaloriferin arkasında kibrit buldum! Üfledim! İyi ki doğmuşum ben! Pasta mumunun kokusunu çok sevdiğinizi farketmiş miydiniz hiç? Eğer kafamı toplayabilirsem, büyük, ünlü türk düşünürü Polat'ın dediği lafı düşüneceğim birazdan. "Sonunu düşünen kahraman olamaz" mış.


Hala çok iş var yapacak. Ben de, sembolik olmak gerekirse, böyle oturmuş buharlaşmayı bekliyorum birazdan. Hafifledim yine. Yeşil çay mı içsem?

Hıhı.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

War Zone!



Fenerbahçe yine alamadı kupayı, canlarım benim. Öyle üzüldüm ki yani şuracıkta ağlıciim. Trabzon'da da eline silahı alanlar "sıka sıka ilerliyorlarmış ".

The art of Çamaşır


Bosch, eko yaşama katkıda bulunacak fikirler arıyormuş. Ben de bu fırsatı asla kaçıramazdım elbette. Ucunda güzel ödüller de varmış! Onlara kendi geliştirdiğim ve odada hakim olan çamaşır politikasını anlatmayı düşünüyorum. Dikkat edin, bu verimli yöntemle yıl içinde tonlarca sudan tasarruf edebiliyoruz.

Yöntemimiz şu. Giyilip çıkarılan çamaşırlar odadaki armudun üstüne atılır. Çoraplar genelde yere atılır. Dolaptaki kıyafetler azaldıkça, yavaştan armuda dönülür. Zaten çok da kirli değillerdi. İç çamaşırları politikamızda biterse bitsin politikası uygulanır. Kullanılıp çamaşır sepetine(en alt çekmece) atılan iç çamaşırları çabuk bittikleri ve yeniden kullanımları çok temiz olmadığı için bittikleri takdirde mayoya geçilir. Birkaç gün o şekilde idare edilir. Ardından giyilmemeye başlanır.

Çoraplarda şöyle bir yöntem izlenir. Çorap bittiğinde, daha önceden yere atılan en eski çorap alınır. Çok bilimsel yöntemlerle(burnuna götürme) temizliği onaylandıktan sonra yeniden giyilir. Bu devr-i daim de çamaşır sisteminin önemli bir parçasıdır. Can Yolu olarak adlandırabileceğimiz bu sistem dünyamıza büyük katkı getirebilir.



Unutmayalım, küçük değişiklikler büyük farklar yaratır...

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Sabancı Ödevcisi


Saat 4ü 5 geçiyor. Odama uzak bir yurdun uzak bir studysinde laptoplarda paso birşeyler yazıyoruz Sabancı Ödevcileri olarak. Hatta bu yolda bir zayiat vermişiz, proje arkadaşlarımızdan biri 2 koltuğa uzanmış yatmış, üstünü örtmüşüz. Arkada da hafif müzik açık. Yani bir de şu kadar ameleliğin 3 puan için olması acayip moral verici. Sabancı Ödevcisi böyledir işte!

Ben artık yeter diyerek balkona çıktım sonunda. Baktım gölün oralar sisli harika bir manzara var. Biraz baktım. Sonra gözümü kapadım. Ve gözlerim kapalı Şekerpınar'ı dinledim. Şöyle şeyler duydum:
1) Akşamcı ördek ve kazların sesleri. Vak vak vak ilk bu farkediliyor.
2)Rüzgarın hafif esintisi ve ağaç hışırtısı
3)Otoyoldan gelen araba sesleri
4)Çok çok az cır cır böceği sesi
5)Bir yerlerden anlamadığım çat çut metal sesleri
6)Tabii ki o saatte okula gelen bir arabanın sesi(gözüm kapalı farını bile farkettim)
7) Kuş sesi 20 dk sonra gelecek daha o kadar sabah olmadı
8) Vee tabii ki, Whuuuuuu şeklindeki Sabiha uçağı sesi

Böyle işte. Sonra arkadaşımızı uyandırıp. Yarın devam ederiz dedik. Uyumaya gittik.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Çikolataya aşık olmak


Ben çok rüya görürüm. Öyle böyle değil. Uyanırım su içmeye, sonra kaldığım yerden rüyaya devam ederim. Genelde bu denli rüya görmekten sabah başım ağrır ama güzel rüya gördüğüm zaman da film izler gibi olurum ve çok eğlenceli olur. Evet maalesef kafam sadece geceleri çalışmayı tercih ediyor! Üzgünüm ama yapacak birşey yok...

Biraz önce de hoş bir rüya gördüm. Biraz önce dediğim 13.10 civarı kalktığım için yakın bir zamanda bitti rüyam. Evet rüyamda çok fazla çikolata gördüm. Hem de çok fazla çikolata. Ve neredeyse hepsini yedim çikolataların. O kadar güzellerdi ki. İçinde her çeşit çikolatanın bulunduğu altı tane rengi solmuş, ince, işlemeli gümüş tabak vardı. Annem çikolatayı yan tarafta yeni açılan çikolatacıdan almıştı.

Bu arada unutmadan, rüyamın çözünürlüğü o bayıldığımız Chocolate filminin renkleri ve çözünürlüğü ile aynıydı(Neden acaba!). Daha iyi gözümüzde canlandırabiliriz bu şekilde rüyayı. Çünkü ben arada siyah beyaz veya Hatırla Sevgili flashbackleri gibi sarı tonlarda veya düşük çözünürlükte rüyalar görüyorum. Öyle değildi.

Birinci tabağa hasretle baktım ve ilk önce kahve dünyasında da satılan içi böğürtlenli olanı ağzıma attım. Her zamanki gibi mükemmeldi ama işte bildiğimiz gibiydi. Çikolataları birer birer denedikçe, içimdeki melun kıpırtı yukarı çıktı ve kalbim çarpmaya başladı.

Denedim denedim... Tabakların yanında dumanı tüten sıcak çikolata fincanları. Yoğun kakaolu çikolatalar. Sütlü ama üzerine kakao tozu bulanmış olanlar. Çikolata kaplı ananaslar. Ve dolgulu olanlar! 3. ve 4. tabaklarda dolgulu olanlar başladı ve içim gerçeken tuhaf olmaya başladı. Allahım! İçleri ağzımda eriyip eriyip daha sert dışlarına yer bırakıyorlar. Onlar da acayip içli ve duygusal bir ben bırakarak parçalanıyorlar ağzımda. Krema dolguları, çikolata dolguları, karamel dolguları, vişne dolguları. Bana 20 dakika gibi gelen bir sürenin ardından çikolataları aklımdan çıkaramamaya başladım.

Nereye baksam onları görüyordum. Sert olanlar yumuşak olanlar, üstünde eski Aztek uygarlığı resimlerine benzer işlemeleri olanlar birbirini kovalıyordu. Birazdan şaraplar da açılmaya başlandı. Ama yumuşacık meyve şarabı tadında, çikolatayla bütünleşmiş ağzı hiç yormayan şaraplar. Öyle birşey olsa adına gül şarabı derdim. Ama gül reçeli gibi değil bu; karıştırmayın lütfen. Tadının gülle falan alakası yok. Sadece tadını alınca aklınıza gül geliyor. Bu arada ben, Çin restoranlarında verilen bilmeceli kurabiye şeklindeki bir çikolatayı kırıp ağzıma attım.

Hani şu hayatta en çok aşık olduğunuz kızı/erkeği düşünün. Benim oda arkadaşım gibi aşk diye bir şeyin olduğuna inanmayıp dalga geçen arkadaşlar, siz de yattığınız en güzel kız/erkekle, ardından yaptığınız sarılıp uyuma aktivitesini düşünün. O da olabilir, bir sorun çıkmaz. Etraf işte o aşkın yaşandığı anlardaki gibi ışıldamaya başladı birden. Burnuma taze biçilmiş çimen ve heryerde açan çiçeklerin kokuları gelmeye başladı. Ve Ege kıyılarına bütün kışın ardından ilk gelişinizde, taa denize uzak otoyoldan aldığınız zeytin-deniz suyu karışımı kokusu da geldi. "Yanımda olsan bile özlüyorum seni çikolata!" gibi hislerim geldi.

Ben böyle Leyla olmuşken, yan kadrajda oturduğum koltuk uzadı ve 10 metrelik bir gece klübü kanepesine dönüştü. Ve yanlarda oturan abim ve arkadaşları belirdi. Bu arada benim abim yok. Ne alakalar ben de bilmiyorum. Ben onları takmadım tabii ki. Halen havada, olmayan hafif esintinin keyfini çıkarıyorum ama içerdeyim ne esintisi yani. Bahar zamanı yüksek basınç sistemi gelince hani kendinizi çok pozitif hissedersiniz. Hava mükemmeldir ya, ben de öyle sanıyorum odanın basık havasını. Ağzımın her yerinde erimekten bir hal olmuş dolgular, CNN Türk'teki şişko amcanın damak çatlatan lezzet lafı ilk defa anlamlanıyor. Aşk bu olmalı!


Düşünmeye başlıyorum. Tabii rüya olduğunun farkında değilim o an. Yahu ne kadar çok çikolata yedim. Bunlardan sonra nasıl kilo alacağımdan haberim var mı benim? Kendime söylüyorum bunları. Ya o kadar çikolata yedim ki çünkü. O tepeleme dolu altı gümüş tabağın her birinin dibi görünüyor. İçlerinde tek tük çikolata kalmış.

Bırak diyorum sonra içimden. Ona değer. O benim canım. Toblerone halt etmiş benim çikolatalarımın yanında. Ve bu çikolatacının adını öğrenme isteğiyle yanmaya başlıyorum.

Acaba o da filmdeki gibi tatlılıktan ölen bir hanım mı? Çikolata aşkım yavaş yavaş ona kaymaya başlıyor. Ama ya yaşlı bir amcaysa? Bir an önce öğrenmek gerek! Annemi alıp, beni çikolatacıya götürmesini söylüyorum.

Evden çıkıyoruz. Ve birden kendimizi Bağdat Caddesi'ne giderken buluyoruz. Aa havaifişekler patlıyor yukarıda. Ama sesleri bir garip. Birden o havada patlayan şeylerden düşen 1 metre çapında havaifişek renginde yanıp sönen toplar etrafa düşmeye başlıyor. Oha! Yok artık uzaylılar mı geldi bu mudur? Ve kaçmaya başlıyoruz. Bu ikinci kısım çok uzun ve acılı olduğu için anlatmamaya karar verdim..

Uyanınca ilk rüyamı hatırlamak da birkaç dakikamı aldı aslında. Ah çikolata güzel çikolata. Senin adın herşeyden güzel. Kutsal birşeysin sen. Sana balkonda serenat bile yaparım yani. Bu arada aklıma geldi. Shakespeare'in adı nasıl doğru yazılır? İlk önce Shake yazarız. Ardından Spear, yani mızrak, ya da Britney Spears'ın Spear'ı. Sonuna da bir 'E' ekledik mi oldu size Shakespeare. Ne güzel adı var adamın yahu.